Ali Gülcü

Kararsız

Sessiz, sakin, fotoğraf çektirir gibi kalmış hava. Livarda sabah yakaladığım menekşeler, izmaritler, başımda da bir ağrı var. Uyuyamadım akşam, biri dürtermiş gibi uyandım kaç kere. Sabaha karşı bahçedeki divana uzandım, balığa çıktım sonra, mum taşında aldım soluğu.

Dönsem?

Ne yapacağım dönsem? Hiç! Dört duvar üstüme üstüme gelecek yine. İçim daralacak.

Rengi maviden beyaza dönmüş tentenin gölgesine kıvrılıyorum. Rüzgârı, denizi, livardaki balıkların şıpırtılarını, soluğumu dinliyorum bir süre. Gözlerimi kapatsam aynı rüyayı göreceğim yine. Başka bir hayatta eski bir apartmanın giriş katında oturuyormuşum. İki oda bir salon, mutfak küçük. Portmantonun aynasında kendime bakıyorum, İspanyol paça yeşil bir pantolon ve kiremit rengi gömleğim var, gömleğin üst düğmeleri açık. Kahverengi kemer ve kocaman tokası.

Gencim. Saçlarım, favorilerim uzun.

Altmışlarla yetmişler arasında, neredeyim? Heyecanlıyım, özel bir gün besbelli, bayram mı, düğüne mi gidiyorum, biriyle mi buluşacağım yoksa?

Evin eşiğinde kahverengi ayakkabılarımı giyerken uyanıyorum.

Yan dönüyor, ellerimi dizlerimin arasına sıkıştırıp küçülüyorum. Kim öğretti bize böyle uyumayı, yoksa hep mi biliyorduk?

Pancar motorun deposunu doldururken yere dökülen mazotun bıraktığı lekelere bir anlam vermek üzereyken gözlerim kapanıyor, içim geçiyor.

Titreyerek uyanıyorum, kayıkta olduğumu anlamam iki, üç saniyemi alıyor. Kamaradan montumu alıp giyiyorum hemen. Güneş batmış, ay çıkmış, yakamoz sonsuzluğa uzanan, yürünesi bir patika olmuş.

İleride bir gün patikanın nereye çıkacağını düşünmeden adımlamak lazım!

Böyle zamanlarda dünyada tek kalmış gibi hissediyor insan.

Belki yaşamış, belki biliyorsunuz, belki zamanında kaybolmuşsunuzdur?

Çocukluğumun, gençliğimin geçtiği kasabanın yanıp sönen, ürkek ışıklarına takılıyor gözlerim.

Tek olduğunu, tek kaldığını bilince aydınlanıyor insan!

Beklemiyor, ummuyor. Beklemek derken örümcek gelmesin aklınıza. Çapayı çekip dönsem?

Hiç!

Karnım aç, hem nasıl.

Menekşeleri, izmaritleri çıkarıyorum livardan, tıpırtıları dinene kadar salataya girişiyorum. Eskilerden kalma kemik çakı ile ince ince doğruyorum soğanları, burnumu çeke çeke ağlıyorum bir taraftan.

Domatesin kabuklarını soyuyor, dilimliyorum. İki de salatalık olacaktı? Limonu, tuzu basıp karıştırıyorum.  

Küçük tüpü yakıyor olduğu gibi atıyorum balıkları kızgın yağın içine, tazecik mübarekler kıvrılıveriyorlar ateşi görünce.

Balık kokuyor gece, koku ellerime, üzerime siniyor.

Boğaza lüfer girmiş diyorlar, bizim buralara geldi mi acaba?

Lamba mı yaksam?

Eve mi dönsem?

Hep iki yol var işte!

Her yolun ayrı hikayesi.

Çapayı toplayıp, kıyılıyorum. Baştan, kıçtan çift çapa atıyorum bu defa. Gömleklerini yeni değiştirdiğim lüks tüpleri ıskarmozlara bağlıyor, yakıyorum.

Fileto kesip yem yapıyorum izmaritlerden birini, cıva ile parlattığım zokaya takıyor, misinayı yedi kulaç ölçüyor, işaret parmağımın ilk boğumuna oturtuyorum.

Yalancı aydınlığa zargana ve tirsi balıkları kanıyor önce suyun üzeri hareketleniyor. Altına istavrit toplanacak, lüfer?

Gerisi beklemek, beklemek derken …

Kasabanın ışıklarına, gökyüzüne bakarken gözlerim kapanıyor.

Başka bir hayatta eski bir apartmanın giriş katında oturuyormuşum. İki oda bir salon, mutfak küçük…

YORUM YAP