1976 yılıydı. Artık dünya sinemalarını daha doğrusu İngiliz ve Amerikan gösteri dünyasını yakın takibe başladığım günlerdi. İngiliz- Amerikan ortak yapımı bir film vizyona girmişti. Michael Caine, Donald Sutherland, Robert Duvall, Donald Pleacance gibi zamanın önemli isimleri önemli rollerdeydi. İngilizcesi. ''Eagle has Landed'' olan ''Kartal kondu'' isimli filmin konusu 1943 yılında Alman hava indirme tugayının Polonya üniforması giymiş askerlerle Londra'ya havadan inip İngiliz Başbakanı Winston Churchill'i kaçırma teşebbüsleriydi.
Muhteşem bir filmdi. Çok meraklıydım. En az iki kez izledim. Film merakım her yıl devam ediyor.
''Kartal kondu'' filmini hiç unutmadım. Şimdi Beşiktaş ile ilgili bir konu önüme gelince bu film aklıma gelir.
Ama bu kez konumuz bir başka kartalın bir türlü istenen yere konamaması...
İsmail Kartal.
Futbolculuk yıllarından tanıdığım İsmail Kartal kendini futbola adamış ve işinde ciddi bir insan olarak aklıma gelirdi. Sakın yanlış anlamayın hala öyle. Ancak bu sezon ortasına doğru Fenerbahçe'de göreve başlayınca çok umutlanmış ve hocalığını sevdiğim Kartal'ın bu kez zirveye takımı taşıyacağına inanmıştım.
Ama olmadı. Bizim o İsmail Kartal gitti ve bir başkası geldi.
Her basın toplantısından sonra; ''Ben Fenerbahçe'yi çok seviyorum'' demeler, Vitor Pereira'nın yanlışlarında ısrar etmeler, otorite eksikliği ve daha dahaları. Sonra futbolculara baktım.
Maç öncesi ısınmalardaki ciddiyetsizlik. Karşı takımın buna karşılık ısınırken son derece ciddiyeti.
Sonra kulüp başkanı Ali Koç'un yaptığı hatalar. Mesela takımı biri çalıştırırken Avrupa'da hoca aramalar. Sonra Divan kurulunda bunu açıklamalar. 3 hoca ile konuşuyoruz demeçleri.
Medyada her gün yer alan Löw şunu istedi. Bunu istedi. Su istedi. Lahana çorbası istedi. Boş boş laflar.
Bunlar olurken dönüyorum yine İsmail Kartal'a. Kendimi futbolcuların yerine koyuyorum. Siz futbolcu olsanız Kartal'ı ciddiye alır mısınız? Hayır. Futbola kendinizi verir misiniz? Hayır.
Bunda İsmail Kartal'ın suçu var mı? Evet var. Ne kadar Fenerbahçeli olursa olsun kulübün bu teklifine, ''Hayır'' diyecek ve oraya ''konmayacaktı.''
GALATASARAY YABANCILAŞIYOR MU?
Önce İspanyol Torrent geldi. Yanında Segarra ve Gris ile. Hepsi ''Pep'' Guardiola'nın adamları. Sonra Türkiye'ye gidip gelen İspanyol Riera'yı da yanlarına aldılar.
Ardından dünyanın en önemli isimleri arasında bulunan Luis Campos'u da aralarına kattılar.
Campos, Portekiz'ın yetiştirdiği en önemli sportif direktörlerden biriydi. Şimdide İtalyan Sensibile (Türkçesi: Duygusal ) Galatasaray'ın direktörü oldu.
Maksat giden Fatih Terim'in yerini doldurmak. Yani Terim çalıştığı sürede üç kişinin işini yapıyormuş.
Türkiye'ye gelen yabancıların çoğunluğundan bir şey çıkmadı. Ya da onlar Türkiye ile uyuşamadılar.
Türk futbolunu yönetenler genelde kulüpler seçilmiş oldukları için tayin edilmişleri pek dinlemezler.
İşte Comolli işte diğerleri.
Ali Koç bu kadar para verdiği yerde bir yabancıyı kolay kolay dinler mi?
Burak Elmas'ın da onlardan farkı yok. Ama o kendini frenliyor ve şimdilik arka sırada oturuyor.
Yarın o da ön sırada olacaktır. Mahcubiyeti takımın ligde aldığı sıralamadan. Küme düşme korkusundan.
Ben DIGITURK'de görev yaptığım yıllarda bu konuları çok irdelemiştim. Fenerbahçe ve Galatasaray olmasın ''kapat ligi git''
Beşiktaşlılar hiç gücenmesin ama onların lige katkısı Trabzonspor ile birlikte (% 18 ). Maalesef diyeceğim böyle bir tablo var.
AHLAK'IN GEREKLİLİĞİ
Gelelim felsefeye.
Ahlak düşünce tarihinde çeşitli açılardan tartışılmıştır. Ahlaklı olmanın temelinde hangi ilkelerin bulunduğu ya da bulunması gerektiği ya da hangi davranış türlerinin ''ahlaklı'' ya da ''ahlak dışı'' olduğu sorularıdır.
Eski Yunan'dan beri felsefenin konusu ahlak olmuştur.
Rönesans ve Aydınlanma ile başlayan gelişme içinde de Hristiyanlığa bağlı bazı ahlak sistemleri büyük değişikliğe uğramış ve katı kurallardan uzaklaşarak ''özgürlükçü'' ve ''akılcı'' bir ahlak anlayışına sahip olmuşlardı.
Bu dönemde en büyük yeri tutan da Königsbergli filozof Emmanuel Kant'dır...