Hasır şapkam, yorgunluğum ve terliklerimle teknenin köşesinde elimde olta balık bekliyorum... Sıcak fakat yaz gibi değil, balık da yok zaten, acaba toparlansak mı diye düşünürken, misina titriyor, önceden programlanmış gibi çekmeye başlıyorum...
Yaşamadan, bilmeden, gerçeği görmeden kurmak kadar güzel bir şey var mı?
Mercan diyorum bu, yok yok karagöz, sinarit palazını da andırıyor mübarek!
Kaya balığı geliyor!
Hayal kırıklığı ile beraber kızıyorum da, bir hafta önceden hazırlanmaya başla, eksikleri belirle, acaba bir şey unuttum mu diye defalarca kontrol et, arkadaşlarla geçmiş avların kritiğini yap, beklentini yükselt, saatlerce güneşin altında bekle...
İğneyi ağzından çıkarıp avucumun içine alıyorum kaya balığını, üç beş saniye kararsız kaldıktan sonra bütün hiddetimle başımızın üzerinde dönen martılara doğru fırlatıyorum... En dikkatlisi, en akıllısı belki de en açı havada yakalıyor balığı, nasıl olduysa düşürüyor...
Kıyamet de ondan sonra kopuyor zaten, havada ne kadar martı varsa sanki hiç tanışmıyorlar, kısa bir süre öncesine kadar birlikte uçmuyorlarmış gibi dalıyorlar suyun üzerinde hareketsiz duran balığın üzerine, çığlıklar, kanatlar, gaga darbeleri...
En güçlüsü mü, en açı mı bilmem kapıyor balığı uzaklaşıyor, diğerleri de peşinden...
Başarıyı paylaşamayan insanlara benzetiyorum martıları!
Keşke yakalamasaydım balığı, hadi yakaladım martılara atmasaydım diye geçiriyorum içimden, yemleri tazeliyor, oltaları tekrar suya bırakıyorum...
Ayaklarımı uzatıp ufka doğru gülümsüyorum sonra, ekmeğini yalnız yiyen yükünü yalnız taşırmış!
Martı da olsa.
İnsan da olsa...