Kemal Kılıçdaroğlu ismi, 2010 yılında CHP Genel Başkanı seçilmesinden beri hepimizin günlük hayatımızda hemen hemen her gün duyduğumuz bir haline geldi. Ancak hiç şüphe yok ki bu isim hiçbir zaman şu an olduğu kadar göz önünde ve ülkenin kaderi üzerinde bugün olduğu kadar etkili olmamıştı. İsmi bugün bu kadar gündemdeyken mütevazı köşemde kendisiyle ilgili bir anımı anlatmak istedim.
Kemal Kılıçdaroğlu ile nasıl tanıştım? Sanırım 2015 yılıydı. O dönemde yeniyetme bir çocuktum. CHP'nin etkinliklerine yeni yeni katılmaya başlamış, hayata dair bir fikir edinmeye çalışan, kendi halinde, kafası bir miktar karışık, yaşadığı dünyanın, girmek üzere olduğu olayların büyüklüğünden bihaber bir gençtim daha doğrusu. İyi niyetliydim, sadece güzel bir gün geçirebilmek amacıyla uyanırdım her sabah. Partiyi sosyal bir kulüp gibi görmüştüm başta. Yakın arkadaş çevrem oradaydı. Bolca çay içebileceğimiz, çevremizi genişletebileceğimiz, birlikte vakit geçirme adına başımızı sokacak sıcak bir sığınak gibiydi baştan. Ayrıca hem birlikte güzel vakit geçiriyor bir yandan da ülkemiz için faydalı işler yapıp, hiçbir şey yapmadan sadece mevcut düzenden rahatsızlıklarını dile getiren gençlerin arasından sıyrılıyor, içimizi, vicdanımızı rahatlatıyorduk. Burada arkadaş çevresinin önemi anlaşılıyor işte. Çevremdeki insanlar farklı kişiler olsa sırf birlikte vakit geçirmek adına çok daha faydasız hatta zararlı mekânlara da yolum düşebilirmiş belki.
İşin içine girdikçe keyif almaya başladım. Seçim sonuçlarını değiştiremesek de, ülkenin kötü gidişatına dur diyemesek de, elimizden geleni yapmış olmanın verdiği vicdani rahatlık başkaydı. Ancak çoğu siyasi ile muhatap olmak sancılıydı bizim gibi gençler için. Gençlik kolları çoğu zaman sadece pankart, bayrak asmak, broşür dağıtmak, masa ve sandalye taşımak, mitinglerde kalabalık yapmak gibi angarya, ayak işleri için kullanılan bir oluşumdu çoğu “büyük” siyasetçinin gözünde. Bu bakış açısı tüm partilerde böyledir. Çoğu zaman milletvekilleri, belediye başkanları selam vermeye bile tenezzül etmez, gözümüzün içine “Senin fikrinin ne önemi var, vasat herif” temalı bakışlarıyla şöyle bir bakıp geçerlerdi sadece.
Soğuk bir gündü. Eski adıyla Silivri Cezaevi'nin önündeydik. Yine ya bir milletvekilimiz ya da partimize yakın görüşte bir gazeteci tutuklanmıştı sanırım. Malum, pek sık yaşadığımız bir durum olduğu için kim olduğunu tam anımsayamadım. Genel Başkanımız Sayın Kılıçdaroğlu da konu ile ilgili cezaevine gelecekti. Biz de Silivri İlçe Örgütü olarak kendisini karşılamaya gittik doğal olarak. Civar ilçelerin örgütleri de oradaydı. O gün yanımda Silivri Halk-Lis (lise komisyonları) başkanlığına yeni atanmış olan arkadaşım Cihan Sarıboğa vardı. Bizim dışımızda etrafta fazla genç yoktu. Tüm partililer genel başkan gelecek diye etrafta dört dönüyor, partide yükselmek, makam, mevki sahibi olmak isteyenler kendilerini genel başkana gösterebilmek için ön saflarda yer bulabilmek adına adeta birbirleriyle yarışıyorlardı. Onların bu hali komiğimize gitmişti. Bir köşeye çekilip onları seyretmeye başladık.
Genel Başkandan önce mekâna o dönem CHP'nin Silivri'deki en önde gelen isimlerinden biri geldi. İsmi şimdilik bende kalsın. Alışık olduğumuz tavırla, yüzümüze bile bakmadan yanımızdan geçip gitti. Birkaç üst düzey parti yöneticisi buldu ve direkt onlara yönelerek hararetli bir şekilde onlarla konuşmaya başladı. Muhtemeldir ki yine bir adaylık mevzuu için ortam hazırlayabilmek adına şimdiden ilişkileri sıcak tutmaya çalışıyordu. Selam vermemesini, hatta bakmamasını önemsemedik. Dediğim gibi, hâlihazırda alışkın olduğumuz bir tavırdı. Biz kimdik ki zaten?
Birkaç dakika sonra ise o geldi… Kılıçdaroğlu makam aracından indiği gibi flaşlar patlamaya başladı, etrafında küçük çaplı bir izdiham yaşandı. Biz ise yanına yaklaşma şansımızın dahi olmadığının bilincinde olarak, kılımızı bile kıpırdatmamıştık.
Önce birkaç kişiyle tokalaştı, hafifçe gülümsedi. Sonra gözleri direkt Cihan ve benim durduğum köşeyi buldu. Uzun adımlarla bize doğru yaklaştı ve yanımıza gelip doğrudan gözümüzün içine bakarak “Nasılsınız gençler?” diye sordu, kocaman gülümsedi. Olayın şokuyla yerimde kalakaldığımı anımsıyorum. Çoğu zaman milletvekilleri, belediye başkanları bile size selam vermeye tenezzül etmezken o ilk bizim yanımıza gelip hal hatır sormayı tercih etmişti. Hatta hiç abartmıyorum, bir an acaba arkamızda başka biri var da aslında ona mı hitap ediyor diye düşünmüştüm. “İyiyiz başkanım, siz?” diye sordum kibarca. Bir yandan da sesimdeki şaşkınlığı gizlemek için manasızca bir çaba içerisindeydim. Teşekkür etti. Elini uzatıp ikimizle de tokalaştı. “Böyle aydınlık yüzlü gençlerimizin de partimizin meselelerine ilgi gösterdiğini görmek çok güzel, gelecek sizlersiniz.” Gibi bir cümle kurdu. Teşekkür ettik. Partideki görevlerimiz ve yaptığımız çalışmalar hakkında kısa bir hasbihalden sonra tekrar gülümseyip, “Kendinize iyi bakın, başarılar” dedi, vedalaştı ve cezaevine doğru hareketlendi.
Durumun şaşırtıcılığının etkisiyle önce ağzımız bir karış açık şekilde arkasından baka kaldık, sonra da kocaman gözlerle birbirimize dönüp “Oğlum, az önce ne yaşadık lan biz?” diye sorduk. Cihan da ben de çok şaşırmıştık. O gün Kılıçdaroğlu'nun iyi niyetli, naif, alçakgönüllü ve karakter bakımından son derece düzgün bir siyasetçi olduğuna ikna olmuştum. Elbette bunlar Türkiye'deki “winner” siyasetçi profilinin olmazsa olmaz özelliklerinden değildi. Ama benim gözümdeki ideal siyasetçinin olmazsa olmaz özelliklerindendi. Belki geçen yıllar ve onca yaşanmışlığın üstüne genel seçmen kitlesi de benim olduğum noktaya doğru gelmiştir zamanla, kim bilir? Belki de o yıl bu yıl, o seçim bu seçimdir.