Cadde boş, hava soğuk, tepsiden hallice havuza güvercinler konuyor. Güneşli, parlak, aydınlık bir gün yazacağım! O da göreceli.
Kabanlarına sarılıp, nereyeyse artık yetişmeye çalışanlar, kadını, erkeği, büyük ve hızlı adımlar atıyorlar. Bazen bir topuk tıkırtısı yankılanıyor tarihi evlerin görmüş geçirmiş duvarlarında, bazen de hiçbir şey olmuyor zannederken, ucuz, keskin bir parfüm kokusu alıyor sokağın ölçüsünü.
Kemancının gözünden görmeye çalışıyorum dünyayı.
Beş litrelik, beli bükülmüş yağ tenekesinin üzerinde oturan adam benim!
Siyah şalım, lekeli eski ceketim, parmakları kesik eldivenlerim, uzun ve kirli tırnaklarım, sarı dişlerim, birbirine karışmış, kırlaşmaya başlamış saçım, sakalım.
Siyah beyaz bir filmin en renkli, en kırmızı, en turuncu karakteri olmak varken? Sağırların yaşadığı ülkenin dahi kemancısı olmak?
Balıktayız halbuki!
Mıstık fotoğrafımı çekmiş uyurken, dalmadan önce İstiklal Caddesi'nde keman çalıyordum, teknenin motoru ritim tutuyordu.
İçimizde martılar süzülürken, güneş doğuyor. Biri sallıyor gökyüzünü, üzerimize bakır cezveler dökülüyor.
Fincanda az sonra parmağımızın ucuyla patlatacağımız kocaman gözler var.
Kıskançlığını en derininde saklayanların görme organları köpüğün üzerine çıkıyorlar gizlenmekten sıkılmış.
Karton bardakta iki çay alıyor birini kemancıya uzatıyorum.
Nota biliyormuş. Babası öğretmiş zamanında, az sopasını yememiş belleyene kadar. İçli çalgıymış keman ve çok yaşamazmış kemancılar!
Babası da erkenden ölüvermiş zaten. Beş kardeş, en büyüğü o.
“Beş boğaza beş takla.” Gülüyor.
Aklına ne geldiyse artık “hayırsızlar yüzünden” diyor.
İri bir mercan çekiyor Soner. Poyrazı 'da (Soner'in oğlu) getirmek lazım ki ileride arkadaşlarına gülerek anlatabileceği anıları olsun.
‘Hayırsız' deyince, geçmiş, yaşanmış bir zamanda eski berber koltuğunda otururken buluyorum kendimi.
Köy irisi bir kasaba, berberin adı İsmail, kolunda ağzı açık makas dövmesi var.
Sıra bekleyen gençten bir arkadaş ortasından anlatmaya başlıyor, “hakkımı helal etmem hayırsıza!”
Ağızlar susuyor, meraklı kulaklar dinlemeye başlıyor.
“Kardeşim kocaya kaçınca kalp krizi geçirdi anam, sonra da inme indi. Yatalak kaldı kadın, elim kadar yaralar var vücudunda.”
İsmail'e ense natürel kalsın derken boş bulunup gençten arkadaşa annesinin yaşını soruyorum.
“Yetmiş beşli” diyor. Yetmiş beş yaşında der gibi!
Benden üç yaş küçük ürpertisi sarıyor her yerimi.
Küçük, karanlık bir odada uyurken, inleyen, tanımadığım ve tanımayacağım, en kıymetlisinin, hayırsıza dönüşmesine şahit olmanın ağırlığını kaldıramamış kadın geliyor gözümün önüne.
Ne üzülmek ne üzülmek…
Kırk metrede balık vurunca anlaşılmıyor mızıkçılığına sığınmak üzereyken
Mutlu yanaşıyor bizim teknenin kıçına, oltayı eline alır almaz başlıyor çekmeye, meğer menekşesi, mercanı onu beklermiş.
El elden üstündür denir fakat yaşamak başka.
Trakonya çekiyorum, geçen yıl Saroz'da yakaladığım ilk balık da trakonyaydı.
Yüzümü buruşturuyor, aman ben de ne kısmetsizime getiriyorum meseleyi içimden içimden…
Ümit Besen'den dilek taşına atıyorum oltayı bu defa, sesi de açıyoruz. Ferdi Özbeğen, Cengiz Kurtoğlu derken, ne iyi ettik de geldik, hem temiz hava almış olduk yorganını çekiyorum üzerime.
Mıstık'ı buranın balıkları, kalamarları tanıyor, Mutlu'yu da tanıyorlar! Soner sonradan açılıyor.
Kış güneşi çarpınca! felsefeye vuruyorum işi, her sene ilk yakaladığım balık neden trakonya oluyor acaba?
Onca balık türü, onca balıkçı varken?
Neden durup dururken dinledim o hikâyeyi ve hatta nasıl oldu da düştü yolum o berbere?
Keman kutusunda toplanan paraları cebime koyuyor, kalabalığın arasına karışıp sıradan insanlar gibi evime gidiyorum.
Duvarda okulun önünde kardeşlerimle çektirdiğimiz siyah beyaz fotoğraf var.
Biri tüccar, biri mühendis, biri hayırsız, biri Amerika'da ne zamandır.
İyi ki nota biliyorum diye geçiriyorum içimden, kemanı öpüyorum…
Güneş doğuyor, içimizde martılar uçuşuyor.