Eskilikten sararmış, modası geçmiş bir çantanın içinde unutulmuş, siyah beyaz bir fotoğrafın köşesine ilişmiş gibiyim.
Sahildeyim, gözlerim uzun oltaya gezen balıkçının umudunda. Bir tanecik çekse!
Kofanasından, sırtıkarasından, buradan göremesem de gülse yüzü, gözleri şöyle bir yanıp sönse. Misina işaret parmağının boğum yerini yakarken çekmeye başlasa, büyükmüş diye geçirse içinden…
Kendi kendine konuşmaya alışmış her yalnız balıkçı gibi hayaletleri ile kavga ediyor, görmediği birinin yakalarına yapışıyordur içinden içinden…
Dertsiz adam mı var yahu?
Yarası kabuk bağlamamış insan mı var?
Türlü türlü olur insanın derdi. Kurtulsun diye denize atan da olur, böyle soğuk bir kış günü rüzgâra içini döken sararmış yaprakların arasına karıştıran da.
Bazısı yarayı, bazısı da yarayı açanı sever.
Bade bahane, sıkıntı muhabbettir.
Bir içi sıyrılsın, bir dökülsün, bir yükten kurtulsun, ferahlasın, nasıl lazım geliyorsa öyle işte… Kuş gibi, kanatlanmış gibi, tiril tiril kalksın oturduğu yerden, kapıdan çıkınca yeni bir adam olsun.
Geçmişte, masada bıraktığı boş kadehte kalsa üzerine çöken her şey, sis dağılsa, güneş ısıtıverse.
Hayat güzel fakat sıkıştıran, boğan, nefessiz bırakan demirden parmakları da var.
Nesnenin tabiatı gereği içimize atıyor, biriktiriyor, görmezden geliyoruz çok şeyi, beden neyse de ruhumuza ayıp ediyoruz.
Yürümüş, yaşamış, çekmiş, nihayetinde anlamış ve susmuş ağaç kabuklarına, kozalaklara, midyelere, kum tanelerine dönüşüyoruz.
Görmek ve anlamak için iki adım geri çekilmek yeterli.
Becerebiliyorsak ne mutlu.
İzler patika, patikalar yol olur. Genişlerler, daralırlar, kullanılmamaktan sebep unutulabilirler fakat değişmezler.
Yaşlanıp dizleri sızlayan, kamburu çıkan, ağızlarında diş, gözlerinde fer kalmayan yolculardır.
Yollar kalır, yolcular göçer.
Yolcunun kalana, yolun göçene ihtiyacı vardır!
Kim kalacak, kim göçecek?
Kim yol, kim yolcu?
Uzakta, sislerin arasında, iki yakayı birbirine bağlayacak köprünün ayakları görünüyor
Henüz yaşamadığımız ilerideki bir zamanda, nasipse, eskiden burada köprü yoktu ve karşıdan karşıya feribotlarla geçiyorduk diye anlatacağız.
Bir yüzyıl geriye gitme şansımız olsaydı, benim tam şu an durduğum yerden denize bakanlar ne anlatıyorlar ve ne görüyorlardı kim bilir?
Balıkçıysan balığın, oduncuysan odunun, çamursan batağın, gökyüzüysen bulutların dilinden anlarsın.
Balık balıkçıyı, odun oduncuyu, batak çamuru, bulut da gökyüzünü anlar ve her şey karşılıklıdır onu demeye çalışıyorum.
Kıtaları birbirine bağlayan devasa köprüler olmak isteyenlerimiz de vardır.
Sakin, dipsiz yeşil bir gölün kenarında nilüferle konuşan çürümeye yüz tutmuş tahta bir iskelenin gözlerinden bakmayı tercih edenlerimiz de…
Cevabını taşıyamayacağız soruları dillendirmememiz lazım.
Dalmışım öyle…
Küçük, kara bir çocuk gelmiş yanıma, hızlı hızlı soluyor. Bilekleri incecik, zayıf kâğıt mendil satıyor.
“Ağabey dua ederim sana!”
Kalıyorum öyle, gözlerim doluyor.
“Arkandan kimin dua ettiğini bilemezsin” demişti biri ama kim?
Kâğıt mendillerden kâğıt gemiler yapıyor, boğaza bırakırken ağlıyorum bir taraftan.
Gece balkonda otururken okuduğum, dinlediğim şiirler geliyor aklıma.
Kaç yıl yaşarsa yaşasın, ömründe bir şiircik olsun ezberlemeli insan! Nazım Hikmet'ten, Orhan Veli'den, Cemal Süreyya'dan, Yahya Kemal'den, Edip Cansever'den, Necip Fazıl'dan, Attila İlhan'dan, Cahit Sıtkı'dan, Turgut Uyar'dan, Özdemir Asaf'tan, Can Yücel'den. Ahmet Haşim'den, Melih Cevdet'ten, Yılmaz Erdoğan'dan yahut hoşuna giden en acemi şairden.
Kaç yıl yaşarsa yaşasın, ömründe bir şiir yazabilmeli insan.
Sen beyaz kâğıda bakarsan, kâğıt da sana bakar…
Bir kofana bir sırtı kara çekti balıkçı, gözleri parladı sevindi, gülümsedi. Misina nasırlı parmağına otururken çok büyükmüş dedi!