Bugün benim doğum günüm. 50 yaşıma giriyorum. Adım Yeter. Ben bir ziraat mühendisiyim. Bir oğlum var on bir yaşında. Adı Özgür. Bu yıl ilkokulu bitiriyor. Doğayı, ağaçları, özellikle de meyve ağaçlarını ve meyve yetiştirmeyi çok severim. Muğla'da büyük bir elma bahçem var. Orada eşim ve oğlumla birlikte yaşıyoruz.
Bir de lakabım var benim. Nedir lakabım biliyor musunuz? “Elmayemez!” Ailem, akrabalarım, arkadaşlarım bana “Elmayemez Yeter” diyorlar.
YEŞİL OLMAZ, İLLE DE “TIYMIZI EMLA!”
Oysa ben, bebekliğimden beri elma yemeye bayılırım. Henüz ağzımdaki dişlerin hiç biri çıkmadan, annem, kâse içerisine rendeleyip püre haline getirdiği elmaları kaşıkla ağzıma verirmiş. Büyük bir iştahla yer, günde kaç kere verirse versin “yemem” demez, anında yer yutarmışım. Annem son kaşığı ağzıma verdikten sonra finali kaşığı yalayarak yaparmışım. Yalnız küçüklüğümde kırmızı renk dışında başka hiçbir elmayı elime almaz ve ağzıma sürmezmişim.
Karnım acıktığında süt filan istemez, “Anne tıymızı emla vey bana tıymızı!” dermişim. Annem “Tıymızı kalmadı, yeşil emla versem olmaz mı?” diye sorunca, başlarmışım avazım çıktığı kadar bağırarak ağlamaya: “Olmaaaaaz, olmaaaaz, tıymızı emla vey!” diyerek itiraz edermişim.
Meyvem, elma olacak ve rengi mutlaka kırmızı olacak. Elmanın da en kırmızısı en al al olanı... Kırmızı elmalara karşı, kendimin, annemin, babamın ve kardeşlerimin de bir türlü akıl erdiremedikleri özel bir tutkum varmış nedense!
Elmadan başka hiçbir meyveyi ağzına bile sürmeyen birinin lakabı nasıl “elmayemez” olabilir diye şaşırdınız değil mi? Durun, anlatayım öyleyse:
DOĞDUĞUN YER DEĞİL DOYDUĞUN YER
Anadolu'nun, şehir merkezinden çok uzakta, küçük ve ücra bir köyünde dünyaya gelmişim. Birkaç baş büyükbaş hayvan besleyerek, çiftçilik yaparak geçimimizi sağlamaya çalışan ailem, köyde yaşam şartları zorlaşınca binlerce aile gibi, tası tarağı toplayıp, hayvanlarımızı satarak ve tarlalarımızı yüz üstü bırakarak koşup gelmişler taşı toprağı altın olan İstanbul'a...
Tam yedi çocuk dünyaya getirmiş annem benimle birlikte. Duyduğuma göre üç tane de düşük yapmış. Ben en küçük çocuğuyum annemin. Yani ailemin son beşiği. Tekne kazıntısı. “Son olsun bu çocuk, artık yeter!” demişler ve bu yüzden de adımı “Yeter” koymuşlar.
Yeter mi yetmez mi? Onu bilemem ama koymuşlar bir kere “Yeter” adını bana.
Köyümüzdeki tek katlı ahşap evimizin arka tarafında bir elma bahçemiz vardı. Bahçemizdeki elma ağaçlarının dalları sarı, yeşil ve kırmızı elmalarla dolar, elmaların ağırlığını taşıyamayan ağaçların dalları iyiden iyiye eğilir, bazen yükünü taşıyamayarak kırılırdı. Babam dalların altlarına kırılmamaları için destekler koyardı.
BAHÇEDEKİ KIRMIZI ELMA AĞACI VE KOLUMDAKİ ACI
Ağaçlardan sadece biri kırmızı elma verirdi. İşte o ağacı kendimce benimsemiştim. Bu “benim ağacımdı”. Çünkü kırmızı elma veren sadece oydu ve ben kırmızı elmaları çok seviyordum. Öbür ağaçlarla ve verdikleri elmalarla pek ilgilenmezdim. Yine kendimce onlar da kardeşlerimin, annemin ve babamın derdim. Çocuk aklımla bahçemizdeki elma ağaçlarını aile bireylerime paylaştırmıştım. Şu annemin, şu babamın, bu benim, şu Gül ablamın, şu Davut ağabeyimin, şu Kader ablamın...
O zamanlar henüz 5 yaşındaydım. Yaz mevsimi sona ermek üzereydi. Bir gün akşam havanın kararmaya başladığı bir saatte kardeşlerimle, kendi kafama göre “benim” olduğuna karar verdiğim kırmızı elma ağacına çıkmış elma topluyorduk.
Bu elma ağacı, bahçemizin en yaşlı ve en yüksek ağacıydı. Farkında olmadan, ağacın kuruyan dallarından birine basmışım. Bastığım dal aniden çatırdayarak kırılıp yere düştü. Düşmemek için yukarıdaki bir dala tutunayım dedim. Şanssızlık bu ya, iki elimle sıkıca tutunup havada birkaç saniye asılı kaldığım dal da kuruymuş. Oda “çatırt” diye kırılıverdi. Kuru dal elimde, birlikte düştük ağaçtan yere. Arkamızdan patır patır kafamı gözümü yararcasına üzerime yağan kırmızı elmalar...
Düştüğümde sağ kolum gövdemin altında kaldı. Bileğimde ve kolumda nasıl bir acı ! Tarifi imkânsız... Anlatamam. Bir süre baygın yatmışım elma ağacının altında. Kardeşlerim koşup haber vermişler annem ve babama.
CIRLAK NAZİKE'NİN TEŞHİS VE TEDAVİSİ
Köyümüz, şehre tam 90 kilometre uzaklıkta. Köyden şehre ulaşım aracı yok. Köyün doğru düzgün bir yolu da yok. Vakit akşamdı ve hava iyiden iyiye kararmıştı. Kardeşlerimden düşme haberimi alan annem koşup gelmiş kırmızı elma ağacının altına ve çabucak kucaklayıp götürmüş beni köyümüzün kırık çıkık işlerinde uzman olarak kabul edilen Nazike teyzenin evine. Sesinin cırlaklığından olsa gerek konu komşu ona “CırlakNazike” derlerdi.
Bir zaman sonra Nazike teyzenin o meşhur cırlak sesiyle uyandım. Sağ kolumda, bileğimde yine o dayanılmaz acı. Kıpırdatınca katlanarak artıyor ağrılarım ve acılarım. Nazike teyze yine konuşturdu uzmanlığını. ”Kolunda kırık var.” dedi. Koydu teşhisini. Tahta çubuklardan destek koydu, sardı sarmaladı kırılan kolumu. “Geçmiş olsun! Bir zaman ağrır, sızlar ama meraklanmayın geçer gider. Çocuk o, çabucak iyileşir. Hiçbir şeyciği kalmaz.” dedi ve postaladı bizi evimize. Babam kucaklayıp çıkardı beni Cırlak Nazikelerin evinden.
Hastaneye götürülmemiştim nedense! Günlerce acı içinde kıvrandım. Zamanla acılarım azaldı ama hiçbir zaman eski halime dönemedim. Sağ kolumda ve parmaklarımda güç kaybı var. Kolumun kırılan kemiği yanlış mı kaynamış, sinirler mi tahrip olmuş ne? “Kader” diyor hem annem hem de babam. Dua ediyorlar Nazike teyzeye. İyi kötü yine iyileştirdi seni. Ya Nazike teyze de olmasaydı... Allah bin kere razı olsun!” diyorlar.
NE YAPTIN SEN BANA ELMA AĞACIM!
Sonradan da doktora götürmemişler. Yokluktan yoksulluktan mıdır, ihmalden, umursamazlıktan mıdır, cehaletten midir? Tam olarak anlayabilmiş değilim.
Bir daha varmadım ağaçtan düştükten sonra bahçemizdeki kırmızı elma ağacının yanına. Elma ağaçlarımız içerisinde en çok sevdiğim, kırmızı elmalarını özenle topladığım, yıllarca sulayıp koruyup gözettiğim kırmızı elma ağacım atmıştı bir kere beni yere. Tutmamıştı dalları ellerimden. Bana hiç acımamış, düşmeme engel olmamış ve korumamıştı. Sakat bırakmıştı beni. Ve yıllarca canımı yakmış, devam etmişti bu sakatlığım. Sadece canımı değil ruhumu da acıtarak... Ne yaptın sen bana öyle elma ağacım?
VE TAŞI, TOPRAĞI ALTIN İSTANBUL
İstanbul'a taşındığımızda ben 6 yaşına yeni girmiştim. Oyun oynamaya çok seviyordum. Köyümde hiçbir şey bulamazsam peşinden koşar, döner yakalamaya çalışır kendi gölgemle bile oyun oynardım.
İstanbul'daki taşındığımız mahallede yaşayan ailelerin çoğu bizim gibi çok çocuklu ailelerdi. Sokaklar gün boyu çocuk kaynıyordu. Sesleri gün boyu sokaklarda yankılanıyordu çocukların.
Yeni gelmiştim bu koca şehre. Önceleri “Bu kadar çok insan nereden gelip toplanmış buraya?” diye çok şaşırmıştım ama sonra köyden kente göç gerçeğini yavaş yavaş anlamaya başladım: Onlar da bizim gibi doğduğu yeri değil, doymak zorunda oldukları yerde yaşamayı tercih etmek mecburiyetinde kalmışlardı.
AH, BENİ DE ÇAĞIRSALAR!
İstanbul'a geldikten sonra, günlerce pencereden sokakta bağıra çağıra oyun oynayan çocukları seyrettim. Sonra balkondan izlemeye başladım akranlarımı. Ben de oynamak istiyordum onlarla. İçim gidiyordu onlara baktıkça. Ama çekiniyor, utanıyor ve korkuyordum aralarına karışmaya. “Aah!” diyordum içimden. ”Beni de çağırsalar, gel oynayalım.” deseler.
Çağırsalar da giremezdim herhalde aralarına. Çünkü çok çekingen, içe dönük bir çocuktum. Bir de işin şu tarafı var: Topum yok, bisikletim yok. Pabuçlar yırtık. Ayak parmaklarım dışarı çıkıyor yırtık naylon pabuçlarımdan. Elbiselerim derseniz bir felaket! . Annemin eski fistanlarını, pijamalarını küçülterek el iğnesiyle diktiği kıyafetler üzerimde. Hepsi eski püskü. Çocukların kıyafetlerine bakıyorum hepsi şıkır şıkır. Hepsinin altında birer bisiklet. Vın oraya vın buraya hepsi beraber. Tabi bir de asıl önemlisi; kahrolası sağ kolumun sakatlığı...
Neyse ben yedi yaşına gelip okula başlayıncaya kadar pek giremedim çocukların arasına. Evde kardeşlerimle oynadığımız oyunlarla avundum.
Yaz bitmiş sonbahar gelmişti. Babam bir gün elimden tutup “Seni bir yere götüreceğim gel benimle!” dedi. Elinde bazı kâğıtlar vardı. Bir de annemden nüfus cüzdanımı istedi. Düştük yola. Meğer beni ilkokula kaydettirecekmiş. Okuldaki görevli kaydımı yaptı. Birinci sınıfa yazılmış oldum.
“BOŞ VER, YÜRÜ GİDELİM”
Okuldan eve dönerken, yürüdüğümüz caddenin kenarında bir çocuk parkı gördüm. İçinde kuşlar gibi cıvıldaşan, gülen oynayan neşeli çocuklar, rengârenk kaydıraklar, salıncaklar, tahterevalliler... Bizim evin yakınında yoktu böyle güzel bir park. Babamdan beni biraz parka götürmesini istedim. Babam:
“Geçen gün burada oynayan senin yaşlarında bir kız çocuğu kaçırılmış. Boş ver, yürü gidelim.” dedi. Biraz daha yürüdük caddede. Bu sefer de girişinde “Lunapark” yazan bir yer gördüm caddenin kenarında. İçeride pek çok çocuk ailesiyle birlikte eğleniyordu. “Beni de götür babacığım!” dedim. Babam bu sefer “Geçen sene burada uçan sandalyelerden birinin zinciri koptu. Senin yaşlarında bir kız çocuğu öldü. Boş ver, yürü gidelim.” dedi.
Bir dondurmacının önünden geçerken ağzını şapırdatarak, yalana yalana dondurma yiyen çocukları gördüm. Tabi dükkânın önündeki tezgâhta da renk renk, çeşit çeşit dondurmalar bana göz kırpıyordu sanki... Daha önce hiç dondurma yememiştim. “Nasıl bir şeydir acaba, tatları güzel midir?” diye çok merak ediyordum. Babamdan bu sefer de bana dondurma almasını istedim. Babam “Dondurma çok soğuk. Bademciklerin şişer, boğazın ağrır, dişlerini sızlatır, hasta olursun.” diye cevap verdi. Bir de babamın dediğine göre dondurma insanı çok susatırmış. Bu isteğime karşılık da yine aynı teklif geldi babamdan: “Boş ver, yürü gidelim.”
Dondurma yiyememiştim ama galiba yiyemediğim ama hayalini kurduğum dondurmalar beni çok susatmıştı. Biraz daha yürüdükten sonra susuzluğumu iyice hissetmeye başladım. Dilim damağım kurumuştu susuzluktan. Babama çok susadığımı söyledim. Bu sefer “Bak, dinle kızım, televizyondan dinledim daha dün. Plastik şişelerdeki ve damacanalardaki sular kanser yapıyormuş. Sağlıklı değilmiş. Zaten beş on dakikaya kadar evde oluruz, eve varınca kana kana içersin. Boş ver, yürü gidelim.” dedi.
Artık yürümekte iyice zorlanmaya başlamıştım. Canım da çok yanıyordu. Çünkü ayakkabılarım hem ayaklarıma dar geliyor ve sıkıyor hem de parmaklarım dışarda geziyordum. İkisi de her tarafından patlamıştı.
Ayakkabılarımın içine giren taş parçaları ayaklarıma batıyordu. Bir ayakkabı mağazasının önünden geçerken,” Babacığım, bak ayakkabılarım parça parça oldu. Çok eskidiler. Ayağıma dar geliyor ve çok sıkıyorlar. Yürürken çok canım yanıyor. Bana şu mağazadan, ucuzlarından bir çift ayakkabı alabilir misin? diye sordum. Babam “Fadime ablanın ayakkabıları küçük geliyormuş. Onunkileri sen giy, ablana yenisini alırız. Boş ver, yürü gidelim.” dedi yine aynı üzgün ses tonuyla.
Bundan sonraki günlerde, aylarda hep yürüdüm gittim. Ne istesem, ne arzu etsem gerçekleşmemesi için hep bir bahane, bir sebep vardı. Annemin verdiği cevaplar da babamın verdiği cevaplarla hemen hemen aynıydı: “Boş ver, yürü gidelim!”
OKUL YOLU DÜZ GİDER
Neyse sonbahar geldi, okullar açıldı. Annem tuttu elimden bir sabah düştük okul yoluna. Yine yürüdük gittik.
Okulumuz eve oldukça uzaktaydı. Benim gibi uzaktan gelen arkadaşlarım okul servisiyle gidip geliyordu evden okula. Okulun ilk zamanları annem götürdü getirdi beni okula. Yaya olarak gidip geliyorduk. Yani hep yürüyüp gidiyorduk.
Küçük kardeşlerimin bakımı sorun olduğu için birkaç ay sonra annem okula kendi kendime gidip gelmem gerektiğini söyledi. Komşularımızın çocuklarının tamamı servisle gidiyordu okula. Yani yol arkadaşı yapabileceğim bir komşu çocuğu da yoktu. Artık tek başıma ve yaya olarak okula gidip gelmeye başlamıştım.
Havalar gittikçe soğumaya, şiddetli rüzgârlar esmeye, yağmurlar yağmaya başlayınca annem ve babama “Artık ben de arkadaşlarım gibi servisle okula gidip gelmek istiyorum!” dedim.
Babamın cevabı öncekilerden farklı değildi bu sefer de: “Boş ver, okuluna yürüyerek git gel kızım. Bizim köyün yolları gibi bozuk değil. Dümdüz, kaymak gibi yol. Hem doktorlar yürüyüş yapmanın sağlığımıza olan faydalarını saymakla bitiremiyorlar. Spor yapmış olursun. Bağışıklık sistemin gelişir. Kolay kolay hastalanmazsın!” cevabını verdi.
DIŞARIDA, İÇERİDE... YERİM EN ARKA SIRA
Okulun ilk günü öğretmenimiz bizi bahçede sıra yaptı. Ben sıranın en arkasındayım. Sanırım boyum uzun olduğu için. Hatta sınıfımın en uzun boylusu benim. Sonra önümüze düşüp sınıfımıza götürdü. Herkesi bir yere oturttu. Benim yerim yine sınıfın en arkasında. Neden? Çünkü boyum uzun. Çünkü uzun boylular okullarda hep arka sıralarda otururmuş.
Okuma yazma çalışmalarına başladık. Önce defterimizin sayfalarını karalattırdı öğretmenimiz. Elimiz alışsın, kalem tutmayı öğrenelim diye. Öğretmenim beğenmedi karalamamı. İyi karalayamıyormuşum.
ÇİZEMEZ, YAZAMAZ BİR KALEM
Sonra geçtik çizgi çalışmalarına. Öğretmenim çizdiğim çizgilerimi de beğenmedi. Düzgün çizgi çizemiyor, satır çizgisinin dışına taşırıyormuşum kalemi.
Daha sonra sıra geldi harfleri öğrenmeye. Başladık başlamasına da ben çok zorlanıyorum. Harfleri öğretmenimizin gösterdiği gibi yapamıyorum. Yazmaya başladıktan birkaç dakika sonra parmaklarımda, ellerimde ve kolumda güç kalmıyor. Harfler eciş bücüş, yamuk yumuk olmaya başlıyor. Çünkü kırık kolum hiçbir zaman eskisi gibi olamadı. Soğuk ve rutubetli havalarda da hep ağrı hissediyorum. Parmaklarım güçsüz. Sol elimde sorun yok. Gücü yerinde. Çok uğraştım sol elimle kalem tutmaya, yazmaya... Annem ve babam da çok ısrar etti sol elimle yazmam konusunda. Ama olmuyor, olmuyor. Denemeler boşuna. Yazamıyorum, kalem, kaşık tutamıyorum sol elimle. Makasla kağıt kesemiyorum. Mecburum sakat kolumu kullanmaya. Tabi öğretmenim harflerimi de hiç beğenmiyor. Sınıftaki arkadaşlarım da alay ediyorlar çirkin yazıyorum diye.
DEFTERLERİME KONMAYAN KIRMIZI YILDIZLAR
“Kızım, insan istese bu kadar çirkin ve kötü yazamaz! Bu nasıl yazı böyle? Arapça desem Arapça değil, Çince desem Çince değil!” diyor öğretmenim ve bana sürekli kızıyor, bağırıyor ve azarlıyor. Birkaç kere mektup yolladı benimle aileme. Ayrıca defalarca okula çağırdı annemi. Ben yazımı düzelteyim diye.
Sınıf arkadaşlarımın defterleri kitapları, öğretmenimin verdiği “kırmızı renkli yıldızlarla”, yine rengi kırmızı olan “gülen yüz çıkartmalarıyla” ve “aferinlerle” doldu taştı. Ama o, sınıfta uçuşan gülen yüz çıkartmalarından, kırmızı renkli yıldızlardan ve aferinlerden bir tanesi bile benim defterlerime, kitaplarıma konmadı.
Birinci sınıfta okumayı ilk öğrenen çocuk bendim. Ama sakat kolum yüzünden çok zorlanıyor bir türlü yazmayı beceremiyordum.
Yine, kolumun sakatlığından dolayı güzel resim yapmayı da beceremiyordum. Ne kaleme ne de sulu boya fırçasına istediğim gibi yön veremiyor, resimleri, şekilleri beynim doğru oluşturup doğru tarif ediyor ama sağ kolum, ellerim ve parmaklarım beynimin emirlerini yerine getirecek gücü bulamıyor ve o beceriyi gösteremiyordu. Arkadaşlarımın yaptığı resimler sınıf panolarında, sergilerde çarşaf çarşaf boy gösterirken benim hiçbir resmim onların arasına giremiyordu.
Resim yapmayı çok seviyordum aslında. Resim defterini, boya kalemlerini, sulu boyaları, boya fırçasını, paleti, boyamayı. Bütün hafta dört gözle bekliyorum resim dersinin başlamasını. Ve evde çantama ayrı bir özen göstererek yerleştiriyordum resim dersinde kullanacağımız malzemeleri.
Öğretmenim bir gün resim dersinde yanıma yaklaştı : “Yeterciğim, yazıların gibi resmin de güzel değil. Ama çok istiyorsan sen de bir resim yap. Belki onu da yılsonu sergisine koyarız.” dedi.
Öğretmenimin bu teklifine o kadar sevinmiştim ki tarif edemem. Adeta mutluluktan uçacak gibiydim. Nasıl oldu, nasıl cesaret edebilmiştim o an, bugün bile halâ şaşarım, bir kurbağa gibi zıplayıp üzerine, boynuna sarılmıştım ve öğretmenimin yanağına bir öpücük konduruvermiştim. Sonra fırlayıp koşarak yerime oturmuş ve daha ilk teneffüste çabucak resmimi çizmiş boyamış ve tamamlamıştım.
ÇÖP KOVASINA DÜŞEN RESİM
Teneffüsten sonraki dersimiz başladığında, vakit kaybetmeden ve büyük bir heyecan içinde hemen yaptığım resmi öğretmenime teslim ettim. Hızlıca sırama geri döndüm. Tam sırama otururken gözüm öğretmenime takıldı. Çöp kovasına arkasını dönmüş, elleri arkasında buruşturduğu büyükçe bir kâğıdı tutuyordu. Kâğıdı gizler gibi bir hali vardı. Sonra tuttuğu kâğıdı yavaşça çöp kovasına bırakıverdi ve geçip masasına oturdu.
Teneffüste kalemimi açmak için çöp kovasının yanına gittim. Kalemimi açarken bir de ne göreyim. Yaptığım resim çöp kovasında.
Elimdeki kalem açacağı şaşkınlıktan çöp kovasının içine düşüvermiş o an. Ben farkında bile değilim. Kendime geldim sonra. Elimde olmayan bir kalem açacağı ile kalemimi açmaya çalıştığımı fark ettim. Elimdeki kalemi habire fırıl fırıl boşa döndürüp duruyorum. Gözlerim ve aklım, gelişigüzel ikiye katlanarak çöp kovasına atılmış resmimde. Vazgeçtim hemen kalemimi açmaktan. Sanki kaynar sular dökülmüştü başımdan aşağıya... Koşarak yerime oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Çöp kovasından aldığım resmimi iki elimle kavramış göğsümün üzerine bastırarak sımsıkı tutuyordum.
Öğretmenim durumu anladı. Yanıma geldi. “Resmini atık kâğıt sanarak yanlışlıkla çöpe atmışım. Özür dilerim Yeter, boş ver ağlama!” dedi. Küçükken babamdan annemden sıkça duyduğum o söz yine kulaklarımda: “Boş ver ...”
Üzülmeyeyim diye ve hatasını telafi etmek istercesine “Ver elindeki o güzel resmi, söz veriyorum koyacağım yılsonu sergisine.” dedi. Elini uzattı resmi benden almak için. Vermedim. Bir kez daha katlayıp hızlıca önlüğümün içine soktum. “Kâğıt kirlenmiş öğretmenim yenisini yaparım ve yarın veririm.” dedim.“Tamam kızım, sen nasıl istersen.” dedi mahcup bir ses tonuyla.
O gün eve gittim ve odama kapattım kendimi. Saatlerce ağladım, gözyaşlarım kuruyana kadar. Akşam yemeğinden sonra aldım resim defterimi önüme, başladım özene özene yeni resmimi yapmaya.
SİYAH YILDIZ, SİYAH ELMA, KIRMIZI AFERİN...
Sabah daha ilk ders başlamadan, öğretmenim beni yanına çağırdı.
“Yaptın mı kızım yeni resmini? Yaptıysan getir, bana ver. ” dedi. Resim defterimden koparıp götürüp masasının önüne koydum yaptığım resmi. Sonra hızla dönüp yerime oturmak üzereyken seslendi öğretmenim:
“Yeter, gelir misin biraz buraya!” Sesinde bir şaşkınlık ifadesi vardı. Dönüp tekrar yanına gittim öğretmenimin.
“Geldim öğretmenim!” dedim. Öğretmenim:
“Kızım nedir bu Allah aşkına? Söyle bakayım, ne anlatıyor bu resim? Siyah bir yıldız, siyah bir elma ve siyah bir gülen yüz resmi çizmişsin. Bir de Kırmızı renk “Aferin” yazmışsın. Peki “aferin” neden kırmızı? Bari onu da siyah yazsaydın!” dedi.
“Aslında yaptığına resim de denemez ya! Üç tane uyduruk siyah şekil karalamışsın sadece. Üstüne üstlük bir de hepsini boyamışsın simsiyah. Önceki dersimizde söylemiştim resimlerimizde siyah rengi tek başına pek kullanmayız diye. Siyah, renk bile değildir kızım. Bari şekilleri boyarken farklı renkler kullansaydın çocuğum. Resimde “aferin” yazısının ne işi var? Onu, beğenirse öğretmen yazar ayrıca!” diye azarladı beni.
Ben de tüm cesaretimi toplayarak “O, aferini size vermiştim öğretmenim” dedim. “Benden sergi için resim yapmamı istediğiniz için teşekkür etmeyi düşünmüştüm size!” dedim ağlayarak. Bu sefer de ağlıyorum diye kızdı öğretmenim...
SOYUT BİR RESİM VE YILSONU SERGİSİ
Ben ise, yine gözlerim iki çeşme ağlamaya devam ederek, “Orada sadece üç tane siyah şekil yok öğretmenim. Uzun uzun düşünerek, yavaş yavaş ve özenerek yaptım ben bu resmi. Üniversitede okuyan Dila ablam “Çok anlamlı ve güzel, soyut bir çalışma olmuş.” dedi ve çok beğendi yaptığım resmi. Sizi ve arkadaşlarımı bilmem ama benim için çok şey anlatıyor bu resim!” dedim.
“Bu sözler bu çocuğun ağzından mı çıkıyor?” der gibi, şaşkın bir ifadeyle yüzüme bakarak yaptığım resmi aldı ve masasının çekmecesine koydu. Çekmeceyi yavaşça kapattı sonra. Bir süre kıpırdamadan ve sessizce az önce kapattığı çekmeceye baktı.
Resmimin çekmeceye kapatılmasına hiç de şaşırmamıştım. Daha kafamda tasarlarken bu resmin yılsonu sergisine konmayacağından adım gibi emindim. Ve nitekim konmadı da...
Mart sonuna doğru öğretmenimiz büyük bir kartona kocaman bir ağaç resmi çizdi. Dallarına kocaman kocaman elma resimleri yaptı. Öğretmenimizin yaptığı ağaç ve dallarına çizdiği elma resimlerini görünce çok beğendim ve o kadar sevindim ki... “Demek öğretmenim de elmaları çok seviyor! Belki de tıpkı benim gibi en çok da kırmızı elmaları seviyordur!” diye düşünmüştüm.
Ama kısa bir süre sonra anladım ki her elma sınıftaki bir çocuğu temsil ediyormuş. Zaten her elmanın üzerine sınıftaki bir öğrencinin adı ve soyadını yazmıştı öğretmenimiz.
Çizdiği ağaç ve elmaları yazı tahtasının sağındaki panoya tam karşımıza astı. Sonra başladı her gün birer ikişer kırmızı kalemle elmaları boyamaya. Okuma ve yazmayı öğrenebilen öğrencilerin isminin bulunduğu elma resimlerini kırmızı renkle boyuyordu öğretmenimiz. Günler geçtikçe renksiz elmalar birer ikişer al al oluyor, kırmızıya dönüşüyor, olgunlaşıyordu.
ELMA AĞACI VE KIZARMAYAN TEK ALMA
Haziran ayı geldiğinde, ağaçtaki bir elma dışında, tüm elmalar, köydeki ağacımın elmaları gibi al al olmuş, kızarmıştı. Kızarmayan tek bir elma kalmıştı. Resmin yanına iyice yaklaşıp baktım o kızarmayan elmaya. Ne göreyim? Bu elmanın içinde benim adım yazıyordu. “Yeter Özgüneş.” Herkesin elması kızarıp olgunlaşmış sadece benimki bembeyaz kalmıştı. Öğretmenimin diktiği elma ağacındaki elmalardan benim payıma düşen sadece ham bir elmaydı.
Karnelerimizi aldığımız güne kadar, her gün karşımda duran elma ağacına uzun uzun bakıp üzüntüden ve utancımdan için için ağladım. Bir yandan da kırmızı elma ağacından düşüp kolumun kırıldığı o uğursuz günü hatırladım sürekli. Gözyaşlarımı bazen dışarıya, çoğu zaman da içime akıtarak.
Ama yapacak bir şey yoktu. Elmam bir türlü kızaramıyordu. Çünkü ben güzel yazamıyordum. Yazım çok çirkindi. Belki de yazdığım şeye yazı bile denemezdi. Öğretmenim “okuyamıyorum yazdığın yazıyı, hiçbir şey anlaşılmıyor yazdıklarından!” diyordu. Belki de öğretmenim çok haklıydı! Doğru söylüyordu, yazamıyordum işte, yazamıyordum!
YÜREĞE AKAN GÖZYAŞLARI
Okulun son günü karnelerimizi aldık. Karnemde, Türkçe dersimin başarısız olduğu yazıyordu. Karne görüşü bölümüne de “Değerli öğrencim, yazmayı daha ciddiye alman, güzel yazmaya çalışman ve yazını düzeltmen lâzım. Yaz tatilinde bol bol güzel yazma çalışmaları yap!” yazmıştı öğretmenim. Karnemi elime aldığımda yine dökülüvermişti boncuk gibi gözyaşlarım hem içime hem dışıma. Üzüntüm dolmuştu yüreğimin ortasına. Çevremdeki herkes mutluydu, neşeliydi. Yüzleri gülüyordu.
Yaz tatilini ailemle birlikte köyümüzde geçirdim. Ama hiç uğramadım elma bahçemize. Bir kere bile dönüp bakmadım yaşlı kırmızı elma ağacıma! Hiç elma almadım elime...
İkinci sınıfa başlayacaktık birkaç gün sonra. Benim içimde zerre kadar okula gitme isteği yoktu. Büyük bir merak ve sevinçle başladığım okula gitmeyi artık hiç istemiyordum. Okulun başlama günü yaklaştıkça tedirginliğim ve mutsuzluğum artıyordu.
OKULA GİDİLECEK! MECBUREN, MECBURİYETTEN...
Okul gitmemek gibi bir hakkım ve seçeneğim olmadığının da bilincinde olarak mecburen gidecektim okula. Neyse okullarımız açıldı ve artık ikinci sınıfa başlıyordum.
Yine bahçede toplandık okulun ilk günü. Hepimizin gözü öğretmenimizi arıyor etrafta. Ama öğretmenimiz görünmüyordu ortalıkta...
Derken uzun boylu, yakışıklı mı yakışıklı genç bir adam gelip durdu başımızda. Gülümsedi ve bize dönerek “Günaydın çocuklar! Ben yeni öğretmeniniz Özgür. Nasılsınız?” dedi.
Velilerimiz de biz de çok şaşkındık. Meğer birinci sınıftaki öğretmenimiz tayin istemiş başka bir şehre. Anladık ki, birinci sınıf öğretmenimiz tayin olup gitmiş, onun yerine Özgür öğretmen gelmişti. Ne ailelerimizin ne de bizim bundan hiç haberimiz yoktu. Tüm arkadaşlarım gibi ben de üzülmüştüm öğretmenimizi aramızda göremeyince.
GECEKONDUDAN VİLLAYA TAŞINMAK
Yeni öğretmenimiz bizi yeni sınıfımıza aldıktan sonra istediğimiz sıraya ve istediğimiz arkadaşımızın yanına oturabileceğimizi söyledi. “İleriki günlerde yaparız oturma planımızı.” dedi sonra. Çok şaşırmıştım. Çünkü birinci sınıfın ilk gününden karne aldığımız son güne kadar, boyum uzun diye sürekli sınıfımızın en arkasında ve hep aynı sırada oturtulmuştum. Önümdeki arkadaşlarımın kafasından yazı tahtasını görebilmek için boynumu bir o yana bir bu yana uzatmaktan, ayağa kalkıp oturmaktan canım çıkmıştı.
Koşarak geçip oturdum en ön sıralardan birine. Kendimi gecekondudan villaya taşınmış gibi hissettim bir an. Ön taraf ne güzelmiş ya! Öğretmenim hemen yakınımda, yazı tahtası hemen önümde. Yazılar desen cam gibi. Pencereden dışarıya baktım bir ara. Karşımda masmavi, çarşaf gibi görünüyor Marmara Denizi. Çöp kovası bile yanı başımda... Kurtuldum tahtayı görebilmek için kafamı bir o yana bir bu yana uzatmaktan. Hop oturup hop kalkmaktan. Öndeki arkadaşlarımın enselerini seyretmekten...
Önce kendini tanıttı yeni öğretmenimiz. Sonra yanımıza gelerek adlarımızı sordu birer birer. Anne ve babalarımızın adlarını, ne iş yaptıklarını, nereli olduklarını, kaç kardeş olduğumuzu sorup soruşturdu birer birer. Yine tek tek ellerimizi sıkarak “Tanıştığımıza memnun oldum çocuklar!” dedi. İlk dersimiz böyle geçti.
KORKULU RÜYAM
İkinci dersimiz Türkçe dersi. Benim korkulu rüyam ve birinci sınıfta başarısız olduğum dersim. Öğretmenimiz, masalarımıza renkli birer küçük kâğıt koyduktan sonra “Haydi çıkarın kalemlerinizi, adlarınızı yazın bu kâğıtlara. Sonra da adlarınızın etrafını boya kalemlerinizle istediğiniz gibi resimler yaparak süsleyin!” dedi.
“Eyvah!” dedim içimden. “Yandın şimdi Yeter! Daha ilk dersten yazma görevi. Benim için okuldaki en zor iş yazı yazmak. Tabi bir de resim yapmamızı istedi öğretmenimiz. Resim konusunda da çok başarısızım maalesef.
KİM O, SAÇLARIMLA OYNAYAN?
Başladık çalışmaya, arkadaşlarım çabucak yazdı, çizdi, resimlerini yaptı ve boyayıp teslim etti öğretmene. “Yine en sona kalan, işini becerip bitiremeyen bir ben kaldım.” diye düşünüp kaygılanırken, saçlarımın okşandığını fark ettim.
Yanımdaki arkadaşım çekiştiriyor saçlarımı sandım ve hışımla dönerek arkadaşıma “Yapma!” diye bağırırken öğretmenimin deniz mavisi gözleriyle göz göze geldim. Tıpkı babamın gözleri gibiydi. Sevgi ve şefkatle ve mavi mavi bana bakıyordu. Saçlarıma dokunan sıra arkadaşım değil yeni öğretmenimdi. Utanarak, çalışmasını yapıp bitirememenin verdiği suçluluk duygusuyla, eleştirilme, azarlanma korkusuyla başımı eğip önümdeki kağıda tekrar baktım.
Öğretmenimin dağıttığı farklı renklerdeki kağıtlardan bana kırmızı renklilerinden biri düşmüştü. Mahçup bir şekilde başımı önüme eğip gözlerimi kırmızı kağıda dikerek hiç kıpırdamadan öylece kalakaldım. Önümdeki kağıdın kırmızılığı bir anda gidivermiş ve renksiz bir hale gelmişti. Tıpkı birinci sınıfta öğretmenimin boyamadığı elmamın rengine dönüşmüştü kağıdımın rengi.
Özgür öğretmen tekrar saçımı okşayarak, “Çalışman devam ediyor galiba. Sorun değil, zaten daha zamanın da var. Acele etmene gerek yok. Verebilirsin kâğıdını istersen. Yaptığın kadarı da bana “yeter”. Çok güzel bir çalışma olmuş. Devam edeceksen sana azıcık yardım edebilirim.” dedi.
Bu sırada yanımda oturan Firdevs “Öğretmenim, onun kolu sakat. Zaten hiçbir işini zamanında bitiremez. Uyuşuğun tekidir!” diye konuşmaya başlayınca öğretmenimiz, Nuran''ın ağzını bir eliyle kapattı ve diğer elinin işaret parmağını dudaklarının önüne koyarak “Sus” işareti yaptı. Bu sırada teneffüs zili çaldı.
Teneffüs zili çaldığında, Özgür öğretmen bana bakarak eliyle “Kalkma, yerinde otur!” işareti yaptı. Bu işareti fark ettiğimde çok utanmış, korkmuş ve şaşırmıştım. Bir de gelip sırama, yanıma oturmaz mı? “Eyvah, şimdi hepten yandım!” diye düşündüm.
SURATINI ASAN GÜZEL KIZLAR ÇİRKİNLEŞİRMİŞ
Bir süre hiç konuşmadan ve beni süzerek yanımda sessizce oturdu. Daha sonra sağ elimden yavaş ve nazikçe tutarak “Müsaade edersen seninle biraz sohbet edelim. Sonra da birlikte okulun bahçesinde yürüyelim.” dedi. Cebinden çıkardığı bir şekeri bana uzatarak “Tatlı yiyelim, tatlı tatlı konuşalım. Surat astığın “yeter. Hem biliyor musun, senin gibi güzel kızlar surat asarlarsa günden güne çirkinleşirlermiş biliyor musun?” dedi. Çok şaşkındım. Öğretmenimin hiçbir sözüne karşılık verememiştim. Sadece belli belirsiz “Hı hı” diyebildiğimi anımsıyorum. Bu “Hı hı” yı öğretmenim duyabilmiş miydi? On uda bilmiyorum.
KOCAMAN, SICACIK VE ŞEFKATLİ BİR EL
Kalıp yerimizden birlikte yürüdük ve bahçeye çıktık sonra. Küçücük ve cansız sağ elim ve parmaklarım, yeni öğretmenimin kocaman, sıcacık ve şefkatli avucunun içindeydi. Parmaklarımın, elimin kolumun dermansızlığını, çektiğim ağrıları öğrenmiş miydi yoksa öğretmenim?
Bir an, kolumun tüm ağrıları yok olmuş, elime ve tüm parmaklarıma can gelmiş, ağaçtan düşmeden önceki halime dönmüş gibi hissettim. Elimi hiç bırakmadı sonraki ders başlayıncaya kadar. Babamın telefon numarasını bilip bilmediğimi sordu. Aslında masasının üzerindeki listede vardı babamın numarası. Ama o, numarayı özellikle benim söylememi istemişti. Bir çırpıda söyleyiverdim numarayı. Bir şey söylemedi. Başını sallayıp yine saçımı okşadı. Babamı aradı hemen. Annemle birlikte okula gelmelerini rica etti.
EYVAH, ÖĞRETMEN OKULA ÇAĞIRIYOR!
Annem ve babam, Özgür öğretmenin kendilerini acilen okula çağırması nedeniyle çok telaşlanmışlardı. Neyse gelip görüştüler öğretmenimle. Akşam eve döndüğümde annem ve babamı ilk defa böyle keyifli görüyordum. Öğretmenim annem ve babama, kolumdaki rahatsızlığın tedavi edilebileceğini ve bana yardım edebileceğini söylemiş. Haberi duyunca çok sevindim ve çok şaşırdım. Şaşırdım, çünkü kolumdaki rahatsızlığın çaresinin olmadığını sanıyordum o güne kadar. Kolumun, elimin ve parmaklarımın yetersizliği, yapmak zorunda kaldığım her işte beni mutsuz ediyordu. Resim yapamazdım, yazı yazamazdım, düğmemi, fermuarımı açıp kapatmak, okul eşyalarımı çantaya koyup çıkarmak... Her şey sorundu benim için.
KAPIMIZDAKİ SÜRPRİZ KONUK
Ertesi sabah tam okula gitmeye hazırlanıyordum ki evimizin kapı zili çaldı. Koşup açtım kapıyı. Şaşkınlıktan “Anneee!” diye bağırabildim sadece. Öğretmenim karşımda duruyor ve bana gülümsüyordu. “Bir günaydın yok mu Yeterciğim” dedi. “Güçlükle “Günaydın öğretmenim” diyebildim.
“Hazır mısınız?” diye sordu babama. Babam “Evet, Özgür öğretmenim hazırız. Yeter de hazır!” dedi. Şaşkınlığım iyiden iyiye artmıştı. Ne olup bittiğini anlayamamıştım.
Çıktık evden. Bir elimden öğretmenim tutuyor, diğerinden babam Annem de babamın yanında... Bir taksi durdurdu öğretmenim. Bindik birlikte. Merakım ve heyecanım iyiden iyiye artmıştı. Sonra bindiğimiz taksi büyük bir binanın önüne yanaşıp durdu. Doğru düzgün yazamıyordum ama okumam çok iyiydi. Bir çırpıda okudum binanın girişindeki tabelayı. “Fizik tedavi Merkezi” yazıyordu.
BENİ GÖRMEK VE TANIMAK İSTEYEN BİRİ
Öğretmenim “Yeter kızım, seni bir arkadaşımla tanıştırmaya getirdim. Seni merak ediyormuş, seni görmeyi ve tanımayı çok istedi” dedi. Ben bir şeyler söylemeye çalıştım ama heyecandan ne söylediğimi kendim bile duyamadım ve anlayamadım.
Sonunda binanın içindeki bir odaya girdik. Beyaz önlüklü bir adam ayağa kalkarak karşıladı bizi ve “hoş geldiniz, ben doktor Ata!” diyerek oturmamız için yer gösterdi.
KARNE GÖRÜŞÜ
Sonra... Sonrasını anlatmayacağım. Özgür öğretmende ilkokulu bitirdim. 5 yıla yakın bir süre fizik tedavi gördüm. Doktor Ata'nın yaptığı bir dizi ameliyat ve uyguladığı fizik tedavinin ardından sağlığıma kavuştum. Sağ kolumu, elimi ve parmaklarımı yapmam gereken işleri yapabilecek kadar kullanmaya başladım. Birinci sınıfı saymazsak, sonraki yıllarda karnemde Türkçe dersim hep pekiyi yazıyordu. İlkokulu bitirdiğim sene, karnemin öğretmen görüşü bölümüne şunları yazmıştı Özgür öğretmenim:
“Sevgili kızım, sende parıl parıl parlayan güzel bir ışık var. Çalışkanlığını, dürüstlüğünü ve azmini hiçbir zaman kaybetmemen, o hattat gibi güzel yazdığın yazılarını hiç bozmaman, sahip olduğun yaratıcı ve üstün resim yeteneğini daha da geliştirmen dileğiyle... Senin, sizin gibi öğrencilerim sayesinde milletimin gücü, gelecekte her türlü zorluğu yenmeye “Yeter”. Ortaokulda ve daha sonraki okul hayatında başarı ve mutluluklar dilerim! Yolun açık, yüreğin mutlulukla ve umutla dolu olsun kızım!”
KIRILAN ZİNCİRLER VE PARÇALANAN KAFES
Sınıfın en iş bilmezi, beceriksizi, elması boyasızı, defteri yıldızsızı, gülen yüzsüzü, aferinsizi, yaptığı resim çöpe atılmaya layık olan Yeter'in kötü talihine, Özgür öğretmenim daha ilk günden “Yeter” demiş ve zincirlerini kırıp kafesini parçalamasına yardım etmişti. Artık sağ kolum canımı yakmaz olmuş, kolum, elim ve parmaklarım iyiden iyiye canlanmıştı.
İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Özgür öğretmenimin verdiği eğitim ve destekle hiç zorlanmadan ve başarıyla bitirdim. Üniversite sınavlarımı da kolaylıkla başardıktan sonra tek tercih yaparak hayalimdeki ziraat mühendisliği fakültesine girdim. Ziraat mühendisi oldum.
HAT YAZISI VE RESİM SERGİLERİ
Hafta sonları da ilçe belediyemizin kültür sanat faaliyetleri kapsamında açtığı “hat kursunda” eğitmen olarak kursiyerlere ücretsiz ders veriyorum. Onlara güzel ve estetik yazı sanatını öğretmeye ve sevdirmeye çalışıyorum.
Ayrıca bu güne kadar, Özgür öğretmenimin teşviki ve desteğiyle gittiğim kurslardan, aldığım derslerden kazandığım birikimlerden güç ve ilham alarak yıllardır hiç ara vermeden yapmış olduğum yağlı boya resim tablolarımdan oluşan ona yakın resim sergisi düzenledim. Sergi döneminde resimlerimin satışından elde ettiğim geliri, engelli çocukların ve lösemili çocukların tedavisinin yapılabilmesi için ilgili kurumlara bağışlıyorum.
Birinci sınıf öğretmenim, sınıfımızın elma ağacındaki elmaları kırmızıya boyadığı o günlerden beri elma yemiyorum. Kırmızı elmaları ne elime aldım ne de ağzıma sürdüm o günden beri. Çünkü yemin etmiştim o gün, bir daha en sevdiğim meyve olan elmaları, özellikle de kırmızı renk olanlarını yememeye...
ELMA AĞACI SUÇSUZ!
Ama sizlere bu arada bir şey daha söylemem lazım. Beni üzerinden yere düşüren, kolumun kırılmasının kabahatini yüklediğim ve yıllarca yüzüne bakmadığım, yanına uğramadığım köydeki kırmızı elma ağacımı çoktan affettim bilesiniz.
Büyüdükçe anladım elma ağacının suçsuz olduğunu. O gün, ayağımın altındaki kırılan dalı bir süre sonra sağ koluma benzetmeye başladım. “Kolumun da, kırılan kuru dalın da kaderleri aynı. İkisi de kırılmıştı sonuçta. Elma ağacının da dalları kırılmaya başlamıştı. Demek ki ağaç da güç kaybediyordu günden güne. Kurumaya yüz tutmuştu belki de... Ne kırmızı elma ağacının ne de kırılan dallarının bir kabahati yoktu aslında...
İNSAN İNSANIN KURDU
Büyüdükçe anladım ki insanı sadece insan üzebilir, insanın canını sadece insan yakabilirdi. İnsana sadece insan zarar verebilirdi. İnsanın kurdu yine insandı!
Oğlum Özgür, benim gibi çok seviyor elmaları ve elma ağaçlarını. Yalnız onun elma sevgisi benimkinden biraz farklılık gösteriyor. Benim gibi renk ayırt etmiyor. Sarı, yeşil, kırmızı fark etmiyor. Hangisini bulursa onu yiyor.
Her sabah okula giderken öğretmenine ve arkadaşlarına birer tane kırmızı elma gönderiyorum. Çocuklar da bana küçük kağıtlara yazılmış teşekkür notları ve yaptıkları resimleri, yazdıkları şiirleri gönderiyorlar.
ÖZGÜR ÖĞRETMEN'E ELME FİDANI VE OĞLUMA VASİYETİM
Bu yıl, oğlumun sınıfındaki her öğrenci ve okulun tüm öğretmenleri için birer tane olmak üzere okul bahçesine elma fidanları dikmeyi önerdim. Okul yönetimi uygun gördü ve çok memnun oldu bu önerime. Hazırlayacağım meyve bahçesi için gereken yeri çabucak belirleyip ayırdı bile. Birkaç gün sonra başlayacağız çalışmalara...
Bu arada, bir tane daha elma fidanı diktim, bu sabah evimin bahçesine...
Kendim kazdım bu fidanın çukurunu kazmayla. Kendim saldım bu fidanı kazdığım çukura, özenle. Toprağını kendim doldurdum iki elimle, kürek kullanmadım. Ve ilk can suyunu Oğlum Özgür'ün vermesini istedim. Seve seve kabul etti oğlum. Bir güzel can suyunu verdik birlikte ve sevgiyle...
Yaşadığım sürece koruyup kollayacağım, budayacak ve sulayacağım bu kırmızı elma fidanını. Eminim ki kırmızı elmalar verecek bu fidan da köydeki ağacım gibi. Ve vasiyet edeceğim oğluma ben öldükten sonra bu ağaca gözü gibi bakmasını, koruyup kollamasını...
Kimin için, biliyor musunuz? Kimin için diktim bu ağacı? Tabi ki Özgür öğretmenim için.
Vereceği ilk kırmızı elmalardan bir çuval elma toplayıp özgür öğretmenime göndereceğim. Ve tabi mutlaka bir kasa da birinci sınıf öğretmenime... Birini de kendim yiyeceğim gönderdiğim elmaların yerine ulaştığından emin olduktan sonra.
Evet, tam 25 yıldır elma yetiştiriyorum ancak birinci sınıfa başladığım kırk üç yıl öncesinden beri elma yemiyorum.
İlkokula başladığım sene kızartılmayan elmam gözümün önünden hiç gitmediği için, arkadaşlarımın arasında sık sık yüzüm kızartıldığı için. Her yüzümün kızarmasında yüzümde ve tüm bedenimde hissettiğim alevin sıcaklığı yıllarca yüreğimi yaktığı için...
ELMA AĞACIMA NE OLDU?
Dalından düşüp kolumu kırdığım köydeki kırmızı elma ağacına ne mi oldu? Geçen sene kurudu. Çok üzüldüm kuruduğu için. Ben onu yılar, yıllar önce affetmiştim zaten. Geçmişe dönüp her bakışımda mutlaka hatırlarım köyümdeki elma ağacımı.
Köyümdeki o ağacı ve kırmızı elmalarını sevmekten hiçbir zaman vaz geçmedim aslında. Halâ o ağacı ve tüm elma ağaçlarını ve elmaları, özellikle de kırmızı elmaları halâ çok seviyorum.
Öğretmenim için diktiğim bu fidan büyüyüp ağaç olduğunda ve meyve verdiğinde, ilkokul birinci sınıfta başlayan ve tam kırk üç yıldır devam eden “elmayemez”liğimi sona erdireceğim. İşte o zaman yine başlayacağım “tıymızı emla”ları yemeye.
FİDANIMIN ANNESİ
Ha, az kalsın söylemeyi unutuyordum! Özgür öğretmenim için bahçeme diktiğim elma fidanı var ya! Onun annesi kim biliyor musunuz? Geçen yıl kuruyan, köyümdeki kırmızı elma ağacımdan kopardığım ve oğlum Özgür'e yedirdiğim bir kırmızı elmanın çekirdeği... Hem yüreğimde, hem de bir kavanozun içinde saklamıştım o çekirdeği.
Afiyet olsun, ruhuma, koluma, elime ve parmaklarıma yeniden can veren, yaktığı ışıkla yolumu aydınlatan, verdiği sevgi, cesaret ve güvenle beni bugünlere taşıyan ve mühendis olmamı sağlayan, yüreğimi ve fikrimi özgürleştiren Özgür öğretmenim! Afiyet olsun birinci sınıfta bana emek harcayan Fitnat öğretmenim!
Seni de unutmadım, öğretmenime, beni merak edip görmek ve tanışmak istediğini söyleyen, yıllarca sabırla ve şefkatini esirgemeden, tedavimi sürdüren, “Mühendis olunca çalışır bana olan borcunu ödersin!” diye benimle şakalaşan Ata doktorum. Sana da kırmızı elmalar göndereceğim. Ameliyatlara girmeden önce güç versin, enerji versin, ağzını tatlandırsın o tatlı dilin daha da tatlanıp bal olsun, hastaların çabuk iyileşsin diye, sana da göndereceğim diktiğim bu fidanın kırmızı elmalarından.
Allah rahmet eylesin köydeki kırmızı elma ağacım! Hoş geldin, Meyve bahçemin yeni küçük kırmızı elma fidanı! Hoş geldin! Annen kurudu ama şimdi yaşama sırası sende. Dilerim uzun yıllar tatlı, sulu ve kocaman “tıymızı tıymızı emla”lar verirsin bizlere. Bizler de yeriz al elmalarını. Sevdiklerimle, hep birlikte ve afiyetle!
MUĞLA'YA DÜŞERSE BİR GÜN YOLUNUZ...
Sizler de buyurun gelin çocuklar! Yolunuz bir gün Muğla'ya düşerse... Sizlere de ikram etmek isterim kırmızı elmalarımdan... Geçerseniz bir gün “Özgürgüneş Çiftliği'nin” yakınından, eğer gelir de bulamazsanız bizi çiftliğimizdede, çekinmeyin dalın, girin, bahçeme... Hiçbir zaman kilitli değildir kapımız çocuklara. İzin almaya da hiç yok ihtiyacınız. Girin bahçeme yiyin yiyebildiğiniz kadar, şayet kızarmışsa elmalar...
Yiyin, yüzünüz kızarmadan, yiyebildiğiniz kadar, gönlünüzce... Unutmayın ama öğretmenlerinizi de... Alın birkaç tane de onlara götürüp ikram edin... Ancak bir şartım var sizlere: Benden mutlaka selam söyleyin öğretmenlerinize. Özgür öğretmenime teşekkür etmeyi de sakın unutmayın!