Üzüldüm çocuğun haline… Yüzündeki pişmanlığı, tavırlarındaki yerin dibine geçme isteğini, utancı, kelimelerin boğazına dizilmesini, cevap vermek isterken yutkunmasını izledim, tepkisizdim…
Keşke gelmeseydim diye geçirdim içimden… Sanki hiç derdim yokmuş gibi, şahit olduğum sahne!
Kumara alışmış nasılsa, poker!
Ütülmüş!
Borçlanmış… İşin içinden çıkamayınca kredi kartları can simidi olmuş, sonra o simit, darağacındaki yağlı ilmiğe dönüşmüş, hata yaptırana, yoldan çıkarana kadar sıkmış sıkmış…
Öldürmemiş ama ruhunu almış!
Eve geldiğimden beri o trajedinin aklımdan çıkması için uğraşıyorum…
Namık Eken’in anılarını okuyorum. " İmkânsız Yalnızca Bir Kelimedir”…
Efsanevi SAT Komandosu!
Yanına Mahir Eriş’in Bangır Bangır Ferdi Tayfur Çalıyordu Evde…
Geçen haftaya tesadüf eder Mahir Eriş ile tanışmam, gıyabında yani!
Yeni çıkanlar rafından, kapağında yer alan siyah beyaz fotoğrafa vurulup da almıştım; Olduğu Kadar Güzeldik adlı kitabını, can sıkıntısından başladım öyle, çocuk bir tanıdık, bir samimi geldi… Okumadım da yuttum sanki.
İnternetten bulup öğrendim, kimdir, nerelidir, kimin nesidir, youtube’de kendisi ile yapılan röportajı izledim, ne yalan söyleyeyim o mahcup, mütevazı halleri hoşuma gitti.
Olduğu Kadar Güzeldik ikinci kitabıymış…
Ertesi gün D&R’da aldım soluğu, ilk kitabı aradım, yok.
Sipariş verdim, bu sabah ‘siparişiniz geldi’ mesajı atmışlar cep telefonuma, on beş gün içinde almam gerekiyormuş…
Akşam işleri toparlayınca kitapçıda aldım soluğu, biraz alışkanlık biraz da merakla yeni çıkanlara baktım, o zaman gördüm Namık Ekin’in anılarını…
Cehennem haftasında sırt çantası ile 42 km koştuğu yere kadar geldim, arkadaşının botlarını giymiş yanlışlıkla, bir numara küçük!
Ne eziyet!
3,50 de koşmuş…
Boyacı bayırını çıkarken fenalık geçiren ben, 30 kilometreyi; 2 saat 50 dakika 20 saniyede koştum diyeceğim, hadi len’i patlatıp güleceksiniz!
Aynaya bakınca ben de gülüyorum!
Öyküleri var Mahir’in, samimiyiz ya ‘Mahir’ oldu adam.
Feridun, inanılmaz, dört defa okudum…
Stoper’ de iyiydi…
Mahir Ünsal Eriş’in öykülerinde geçen salçalı Biga tostunun tadını, Kocabaş çayını, Çınarlık Parkı iyi bilirim…
Çınarlık Parkı’nı daha iyi bilirim, adamın biri elinde bıçakla karakola kadar kovalamıştı beni…
Bir hafta sonra neden kovaladığını sormuştum; " birine benzettim” demişti.
Kafası güzelmiş!
Hani yakalasa, benzerlikten başıma ne geleceği belli değil…
Sahi; kızlar da vardı yanımda!
Neydi kızların adı?
Unuttum bak.
Basbayağı rezil olmuşum işte, postu deldirsem daha mı, iyiydi?
Sonra kulüpte, postu arka taraflardan bir yerden deldirdim, Limon marka kadife pantolon ve askılar moda, saçlar amerikan, kafada tas varmış gibi… Çocuğun biri gel sen, platonik takıldığı kızla dans ediyorum diye…
Tak!
Bu Çınarlık Park’ın ismi Bahriye Üçok Parkı o zamanlar, seneler; 90–91, geceleri üzüm şurubu! içmeye gidiyoruz…
Ağaç altı, üfül üfül…
Bir gece, havanın sıcak olmasına rağmen, palto giymiş, orta boylu bir adam yanaştı yanımıza, kültür de şu; şurup! açılıyor, döndürülüyor! Çömelip, halka olunup, sıra ile içiliyor yani.
Sıraya girdi…
Gariban diye ses etmedik…
Adam bir konuşmaya başladı arkadaaaaş, filozof!
Güya tarih öğretmeniymiş, bir arkadaşı ile beraber, Küçük İskender’in ( Büyük İskender olduğu gibi Küçük İskender de varmış, yoksa niye büyük, küçük diye ayrılacakmış) hazinesini bulmuşlar...
Ertesi sabah hazineyi arkadaşı kap, kaç sen!
Bizim tarih hocası vur kendini engine…
Dümen miydi bilmiyorum ama bu hazine muhabbetine çok yeşil şişemizi boşalttı adam.
Ağzımız bir karış açık dinledik, helal olsun.
Mavi Haydar’ın hikâyesinde, Kanatlarımız Olsa Be Metin’de gözlerim doldu…
Sarışın, çilli, kafası karnabahara benzeyen Serkan’ın annesinin çalıştığı evleri, masada oturan adamın Kız Fikret olma ihtimalini ve aklıma gelen diğer olasılıkları yazmak isterim de, hesap yapmanın ne manası var şimdi?
SAT eğitiminde Cehennem’in bir hafta ile sınırlı kalması ne güzel.
Durduk yere, olmadık hevesler uğruna, ama can sıkıntısından ama sırf vakit geçsin diye, uçurumun kenarına kadar gelmek? Hayatı cehennem etmek!
Kimse kimseyi dinlemiyor, kimse kimseye arka, kimse kimseye sahip çıkmıyor, ondan oluyor bunlar.
Başı sıkıştığında gideceği ağabeyleri, fırtınalı gecelerde sığınacağı limanları olmalı insanın… Olanı biteni, utanıp sıkılmadan anlatmalı, "başıma bu da geldi” demeli, diyebilmeli…
Bir yanlışın tüm doğruları götürdüğü bir zamanda yaşıyoruz…
Hata, olacak elbet, sıkıntı olacak…
Tozpembe yaşanan hayatın neresi keyifli?
Problemler olacak ki, çözüldüğü zaman şöyle; geniş geniş oturulsun, "bu işin de üstesinden de geldim ya” densin…
Sırt bir dikleşsin, göğüs bir şişsin.
Hayat dersi vermek değil amacım, siz zaten hepsini biliyorsunuz…
Utanan, kelimeleri boğazına dizilen çocuk var aklımda, hepsi; o.
O çocuk siz de olabilirdiniz, ben de…
Olduğumuz zamanlar olmadı mı?
"İnsanların kederli olmayı sevdiği yıllar, her şeye sinmiş bir Maltepe sigarası kokusu, bir ucuzluk, bir pazardan alınmışlık, bir muşambalık...”