Rüzgâr ıslak izler bırakıyor yüzüme, say ki yavru bir köpek dilini çıkarmış burnumu yalıyor.
Bahar gelmiş, çayırlar yeşile dönmüş, bir tarafta inekler, diğer tarafta koyunlar, leylek sürüsü inmiş derenin kenarına.
Yol değişince kenarda kalmış eski taş köprü, kim bilir kim yaptırdı zamanında, köprünün altında su birikmiş, su kapkara olmuş, iki tane kaplumbağa devrilmiş bir ağacın üzerine çıkmış güneşleniyor…
Dünya umularında değil besbelli, ekmek elden, su gölden.
Hayrattan bilek kalınlığında su akıyor, buz gibi, yüzümü yıkıyorum içim ürperiyor, dağ yok ki buralarda, karlar erimeye başlamış diyeyim. Başı dumanlı, yaylaları türlü çiçeğe, böceğe kesmiş dağ olaydı iyiydi.
İki kavruk genç mekân bellemiş hayratın böğrünü, beton atmışlar, masaları, sandalyeleri yemeği tuzlar gibi serpiştirmiş, bir de baraka kondurmuşlar. Barakanın önünde büyükçe bir mangal, mangalın üzerinde de fokurdayan iki demlik var. Odunlar köze dönmüş.
“Balık var arabada” diyorum, “ yer miyiz beraber?”
Uzun boylu kavruk gülümsüyor, “biz de sofraya oturacaktık”
Hasan'dan sarıkanat almış, köy yollarından yavaş yavaş eve gidiyordum, arabanın camları açıktı, içeriye bahar dolmuştu, odun kokusu çekti el frenini.
İki beyaz torbanın içine konmuş balıkları alıyorum bagajdan, kalaylanmış, bakır bir tepsi çıkarıyorlar nereden buldularsa, soğuk suda balıkları yıkıyor ardından tuzluyoruz, dinlensinler biraz.
Salatayı ben yaparım diyorum, bu arada iki müşteri geliyor, benim balıklara alıcı oluyor, “köfte var, sucuk var” diyor kavruklar, balıklar ağabeyin.
Kocaman pembe bir domates çıkıyor ortaya, taze soğan, sarımsak, marul...
Ufarak yeşil leğenin içine salata malzemelerini doldurup buz gibi suda yıkıyorum.
Yemeği tuzlar gibi serpiştirilmiş masalardan birinin üzerine gazete sayfalarını seriyor, pembe domatesin kabuklarını soyduktan sonra, taze soğanı, sarımsakları ve kütür kütür marulu ince ince doğruyor, ufarak yeşil leğende karıştırıyorum… Limon yokmuş ama sirke varmış, zeytinyağı Şarköy'den gelmiş. Bir müşteri daha geliyor o da balıkları soruyor, “balıklar ağabeyin, köfte var, sucuk var.”
Yol değişince kenarda kalmış taş köprüye gidiyorum sonra, sırtımı bir akasya ağacına verip, yeşil çimenlerin üzerine oturuyor güneşlenen kaplumbağalara gülümsüyorum, bu dünyada işiniz iş.
İnsanlar da eski taş köprüler gibi belki de!
Yol değişmeye görsün…
Karnımı doyurmuş olsam uyku basardı, uyku basınca da kıvrılırdım bu akasya ağaçlarının altına, köprüyü kim yaptı, köprüden zamanında kimler geçti, akasya ağaçlarını kim dikti kim bilir?
Kavruklardan biri geliyor yanıma, “ağabey balıklar hazır, zor kurtardık gelenlerden.”
“Bundan sonra balık da pişirin” diyorum.
“Öyle yapacağız zaten” diyor.
Caanım sarıkanatlara girişiyor, salatanın suyuna kocaman ekmek içlerini bandırıyor, ağzımız dolu dolu sohbet ediyoruz.
Hikâye hep aynı, çaresizlik, arayış, geçim derdi, haydi kur barakayı, at betonu, serpiştir masaları, çay demle, sucuk pişir, köfte de var, yaşamın tezgâhında kavrul, kavrulabildiğin kadar…
Hayatın ellerinde hamur gibiyiz velhasıl.
Börek de oluyoruz, açma da, fırında piştiğimiz de oluyor, kek kalıbına döküldüğümüz de, fırsat bulunca biz kabarmayalım da kimler kabarsın?
Köfte var, sucuk var…Balıklar ağabeyin!