Türkiye’de O’nu tanımayan kalmadı herhalde…
Sarıya boyattığı saçları, kırmızı pantolonu, gömleğinin göğsüne kadar açık düğmeleri…
Üstelik öğretmenmiş!
Haberi okuduğumda üzerime bulut bulut çöken şaşkınlığın ardından, " yalan bu haber” dedim… "Olamaz!”
İki aylık bebeği İstanbul’da tek başına, iki biberon mama yedirip, beşiğine ölüme yatır, dokuz gün geçip, bayram tatili bittiğinde; yavrunun ölüsünü bul, hastaneye hareket etmiyor diye götür… Bebeğin üç gün önce, açlık ve susuzluktan öldüğü anlaşılsın…
İki aylık bebek, altı gün ölümle pençeleşmiş!
Böylesi okumaya bayıldığım, en eli kanlı polisiye, gerilim romanı yazarlarının bile aklına gelmemişken, yaşanmış olması, hele kendi ülkemde; "imkânsız!”
Çocuklarımızı kimlere teslim ediyoruz yaygarasına girmeyeceğim hiç…
Üniversite sınavlarında öğretmenlik kaç kişinin ilk tercihi?
İdealistlik üzerine atıp tutmaya başlanınca söylenenler başka, gerçek başka…
Hem bana ne!
Dinlemeye niyetlenince, Nasrettin Hoca fıkrası gibi; herkes haklı…
İbretlik! Diziler geldi aklıma… Gelin kaynanasını sevmez, beraber yaşıyorlardır… Günün birinde gelin kaynanasına kurabiye pişirir fakat içine fare zehri koyar, kaynanasına o gün iyi davranır, çayı demler, zehirli kurabiyeleri ikram eder… Tam yaşlı kadın yiyecekken telefon çalar, kadın telefona bakmak için diğer odaya geçtiğinde torunu, kötü gelinin tek oğlu, sokaktan gelir, masanın üzerinde kurabiyeleri görür, düşünmeden ağzına atar ve ölür…
Hikâye ibretlik olur fakat sokaktan gelen çocuğun ne günahı vardır?
Ciddi soruyorum; bu olaya ilahi adalet diyen, var mı içinizde?
Kadın; "bebeğimi ailemin yanına götürseydim, beni öldürürlerdi” demiş…
Komşuları; "bize bıraksaydı, bakardık!”
Bu saatten kelli öğretmenin ailesine sorsalar; "Torunumuzu bağrımıza basardık!”
Sonradan sarışın etrafında yaşadığı insanlara güvenseydi, zaten böyle bir olay yaşanmazdı…
Kadın hamile olduğunu bile saklamış!
Bebeği tuttu götürdü, komşunun ilk soracağı şey ne?
" Babası kim?”
" Sana ne” de diyemez ki insan…
Oturup anlatmaya kalksa, herkes; yargıç, herkes; jüri…
Bu devirde kim kimin, iki aylık bebeğine bakar?
Bana anlatmasın kimse!
Çalışan kadınlar bebeklerini kendi annelerine bıraktığı zaman bile yeri geliyor, arıza çıkıyor.
İlk bakışta, üzerine düşünmeden önce, kadın ‘canavar’ gibi geliyor da, değil öyle…
Olayın altında, bildiğiniz toplum korkusu var!
Yalnız bir insanın çaresizliği var!
Korku var!
Hayal kırıklığı var!
Ciddi ciddi ‘korku’ ve ‘ sevgi’ kavramları üzerine kafa patlatıyorum.
İnsanın korktuğunu sevemeyeceği kanaatindeyim!
Sevgisizlik var!
Dışlama, dışlanma var!
Anne haklı, baba haklı, bu olay nasıl olmuş, değil derdim…
Hadi, beşikte yatan iki aylık bebek değilsiniz.
Kısa bir süre, bu yaşınızda, elleriniz ve ayaklarınız bağlı, aç ve susuz ölene kadar bir yatağa mecbur olduğunuz düşünün…
Cenazesine bile sahip çıkılmayan bebeğin, ne günahı var?
HAMİŞ; Üniformalarımız terden üzerimize yapışmıştı, dünden beri susuzduk, aralıklar görüş mesafesi, elimizden geldiği kadar dikkatli adımlarla tepeden, altımızdaki vadiden kıvrıla kıvrıla akan Dicle’ye doğru iniyorduk…
Ne ve nerede olduğumu unutup, sırt çantamı çıkardım, tüfeği sırt çantasına dayayıp, olan gücümle nehre doğru koşmaya başladım…
Dicle’yi kana kana içtim, hayatımda içtiğim en güzel suydu, yıl 1996, aylardan ağustostu!
O geçmişte kala güne nazire yapar gibi; dolaptan yeni çıkmış, buz gibi suyunun ferahlığı ile bunları yazmak, ne kolay!
Şu an su, ne değersiz!