Ali Gülcü

Kralsın

Saat sabaha karşı dört buçuk. Çanakkale'de sürekli kaldığımız bir otelin kibrit kutusundan hallice odasında açıyorum gözlerimi, cam açık kalmış. Pencerenin önünde iki kumru var, fotoğraflarını çeksem mi diye aklımdan geçirirken, uçuyorlar.

Ne olacak bugün?

Ne yaşayacağız şimdiye kadar yaşamadığımız?

Sokağa atıyorum kendimi, bu sefer sahiden! En derininden bir nefes çekiyorum içime, ciğerlerimin en ücra köşeleri bile sebepleniyor, o kadar olur.

Dar ve nemli sokaklardan Donanmaya yürüyorum. Köşede tam deniz ve çay bahçesinin birleştiği yerde muhabbete dalmış balıkçılar var yine, oltalar suda unutulmuş, içleri geçti geçecek. Balık yok besbelli. Ayaküstü laflıyoruz, gece on bir gibi gelmişler, bu saate kadar tek derya kuzusu gelmez mi? Mamundan, yengeçten, lüferden, çupradan konuşuyoruz biraz.

Kendimi onlardan birinin yerine koyuyorum biraz!

Sabahlamış ve sakalları uzamış umutlu bir adamın yorgun ve uykulu gözlerinden bakıyorum dünyaya, üstelik üç tekerlekli bisikletim ve arkasında sepetim de var.

Rastgelesine bağlıyoruz meseleyi

Feribot iskeleye yanaşırken bir Nazım Hikmet şiiri düşüyor aklıma.

Gecen gece balkonda beklediğim dize rötarlı ve zamansız geliyor!

Hep öyle olur.

“Yani öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin”

İlle hazırlıksız yakalanacaksın, ille lök diye çökecek içine, ille bi kalacaksın öyle, yavaş yavaş toparlanacaksın.

Mesela ben şimdiye kadar hiç ağaç dikmedim!

Hep başkalarının diktiği ağaçların gölgesine sığındım.

Siz sahi?

Karton bardakta bir çay alıp, en bedavasından denize nazır bir banka oturuyorum.

Kayıklar, tekneler, yatlar, yelkenliler bir tarafta, basket potası diğer tarafta.

Çemberimde gül oya!

Te bu teknelerden biri benim olaydı ya.

Olur muydu? Olurdu. Sabahları erkenden kalkıp balığa çıkar mıydım? Çıkardım.

Sonra?

Te hepsi o kadar.

Bazı hayallerin hayal olarak kalması lazım, desin diye bakıyorum kara kediye.

Eylül'ün bitmesine de beş gün kaldı, şöyle sararmış yapraklardan girip yolun hüzne çıkacağı, buruk bir Eylül yazısı karalamak da kısmet olmadı. Salça yaptık, kahvaltılık, salatalık turşusu.

Dün gece Mor Salkım'da peçetenin üzerine bir dörtlük yazmaya niyetlendim o da yok.

Midyecinin gözlerinden bize baktım bir ara, sonra buzlu bademcinin, en son mendil satan çocuğun.

Hayat herkese farklı, herkesin gözünden farklı görünüyor.

Gördüğünü, anladığını yaşıyor insan, anlamadığının da üzerine gitmiyor.

Çay bile ince belliden karton bardağa düştüyse şaşırmamak lazım.

Ben düştü diyorum, başkaları buna değişim diyor.

Yıkama derdi yok, kurulama, kırılma derdi yok, lekeli diye müşteri geri gönderemez. Sızdırsa, hazır alıyoruz ağabey, benim ne günahım var?

Ütülü mendil diyeceğim siz anlayacaksınız.

Çağımızın adı, kullan at.

Gazoz kapağı biriktiren çocuklardık bak nereye geldik?

Şu saatten sonra nereye gittiğimiz önemli!

Kullan at çağında midyeler gibi içine kapandı insanlar.

Kaplumbağadan hallice, ceylandan ürkek.

Cehalet şövalye olunca irfan mağaraya sığınırmış!

Ellerim eşofmanın ceplerinde bu defa Lodos'a doğru yürümeye başlıyorum.

Yolda olmak lazım.

Bir de kendi kendinin doktoruysan, sarabiliyorsan yarını…Kralsın.

Ne olacak bugün?

Ne yaşayacağız şimdiye kadar yaşamadığımız?

Kumruların fotoğrafını çekebilseydim iyiydi.

YORUM YAP