Ali Gülcü

Kupaj

Yarım saattİr balıkçı kahvesinin sundurmasında oturuyor olmama rağmen, o da ne içeceğimi sormayınca, ilgisiz garsona çay söylemek gelmedi içimden. Masanın üzerine bıraktığım ıvır zıvırı ceplerime doldurdum kalktım.
Geçenlerde aynını Tekirdağ'da bir berberde yapmıştım “sıra var mı” diye sormuştum içeriye girerken “yok ağabey” deyince işinin bitmesini beklemeye başlamıştım, benden sonra gelen kişi oturmuştu berber koltuğuna, yağmurluğumu giyip çıkmış, sahile inen yokuşta bir kafeteryaya takılmış, kahve içmiştim.
Limanda yürüdüm bir süre, kayıklara, balık ağlarına, fenere bakarken çeyrek ekmeğin içine sıkıştırılmış kokoreç yedim.
Beyaz önlüklü, beyaz saçlı, kısa boylu kokoreççi ile yüzlerce defa yaptığımız kısa sohbeti tekrar ettik
“İşler nasıl?”
“Hafta içi kimse yok.”
“Senin işler nasıl?”
“Aynı!”
Bir ara balık lokantalarından birine oturmaya niyet ettim içeri girmişken, ortamı beğenmeyip “lavaboyu kullanabilir miyim” dedim. Çalışanların yüz ifadesini görmeniz lazımdı. Yüzümü yıkayıp, hayırlı işler dileyip çıktım.
Yağmur başladı, mahalle aralarına girdim bu defa dumanı tüten bacalar, çocukların sokakta bıraktığı ıslanan bisikletler, yemek kokuları, çöp tenekeleri…
Beyaz badanalı tek katlı bir evin önünden geçerken haki pijamalarını giymiş, tülü, perdeyi aralamış sokağa bakan bir amca ile göz göze geldik.
Ben diyeyim doksan siz deyin yüz yaşında!
Gülümsedim, selam yerine geçsin diye elimi kaldırdım görmedi.
Beni görmeyen derin nemli gözleri, kimi veya neyi görüyordu kim bilir?
Bedeni beyaz badanalı evdeydi de ruhu hangi sahilde güneşleniyordu, hangi gençlik aşkıyla el eleydi?
Gelene geçene baksınlar, aklımızca eğlensinler diye yaz aylarıysa kapı önüne, hava soğuksa cam kenarlarına oturtuyoruz yaşlılarımızı!
Köşeyi dönerken Oktay Rıfat'ın dizleri düşüyor aklıma;
“Yağmurlu günlerde neden sokağa bakar, tıraşı uzamış ihtiyarlar?”
Avukattı Oktay Rıfat!
Kafka'da, avukattı.
Yaşar Kemal'in vekil öğretmenlik yaptığı da oldu, çeltik tarlalarında çalıştığı da.
Steinbeck bir dönem hademeydi.
Orhan Kemal, ailesine destek olmak için bulaşık da yıkadı, matbaada işçi olarak da çalıştı.
Haddim olmayarak genç arkadaşlara ve tereddüt yaşayanlara mesaj olsun diye yazdım son bölümü, bankacı olmanız şair olmanızı, fabrikada çalışıyor olmanız ressam olmanızı, muhasebeci olmanız yazar olmanızı engellemez.
Hayatlarımız ‘kim ne der' diye geçip gidiyor!

Yaşadığımız dönemin bizlere oynadığı gizemli bir oyun mu bilmem!
İş ortamında, arkadaş yemeğinde, ayaküstü laflarken veya verdiğimiz kahve molalarında çok soru sormasına rağmen her şeyi bilen insanlara tesadüf ediyoruz. Hayatınızda ilk defa gördüğünüz biri ne iş yaptığınız, maaşınızı, evinizin size ait olup olmadığını, arabanızın rengini ve hangi siyasi partiye oy attığınızı sorabiliyor.
Telefonunuza ismi kayıtlı birinin ilk sorduğu soru “müsait misin” yerine “neredesin” olabiliyor.
Sosyal paylaşım sitelerinde kaç arkadaşınız var?
Kaçı paylaştıklarınızı beğeniyor, kaçı yorum yapıyor?
Fakat hepsinin sizi izlediğini, yaptığınız her şeyi takip ettiğini biliyorsunuz!
Her konuda fikri olduğu halde, bilmeyen, öğrenme isteği olmayan, düşünmeyen, yorumlayamayan, ortalama zekâlarını başkalarının hayatlarının detaylarını, gölgelerini öğrenmeye çalışan insanlar bunlar!
Ve maalesef artık neredeyse her yerde karşılaşacağımız kadar çoklar.

Mina Urgan Bir Dinozorun Gezileri adlı kitabında şöyle der;
“Ne yazık ki, insanların düş gücü eksildiği, kafaları uyuştuğu için, öyle bir hale geldiler ki, "rahat" uğruna, yaşamın değişik yanlarından, renkliliğinden, rastlantılarından, yani yaşamı yaşamaya değer yapan her şeyden vazgeçmeye hazırlar artık.”
Bir yaşamı yaşamaya değer yapan en önemli şeyi, derin gözleri nemli ihtiyara sorabilseydim keşke...

YORUM YAP