Bahardan kalanları, mesela papatyaları, gelinciğin narinliğini, söğüt ağaçlarının esnekliğini içlerinde bir yerlerde taşıyan insanlar var. İyi üstelik şartlar ne olursa olsun iyi kalacaklarından emin olduklarımız. Dokundukları yerlerin yeşerdiğinin, gülümsedikleri zaman bulutların dağıldığının farkında bile değiller.
“Onlardan biri misin” diye soruyorum, gülüyor.
“Uyuyorsun Alicim!”
Gözlerimi açıyor, şaşkın nerede olduğumu anlamaya çalışırken giderken kokusunu unuttuğunu fark ediyorum. Koku da nasıl tarif edilir bilmem ki! Bir ısırık aldığınız yeşil elmanın üzerine tarçın serpip içinize çektiniz mi hiç?
Sanki azıcık da taze nane.
Bazı sabahlar farklı hissedersiniz. O gün müjde alamayacağınızı, kendinizi iyi hissettirecek bir şey yaşamayacağınızı bilirsiniz fakat diğer günlere uyandığınız gibi uyanmazsınız. Ah şu rüyalar. Akıl mı, gönül mü artık durduk yere olmadık kozmik şakalar yapıyor. En son ne zaman tesadüf ettiğinizi hatırlamadığınız veya yıllar önce kaybettiğiniz biriyle, uyumakla uyanmak arasında bir ömür geçiriyorsunuz. Ödül gibi!
E haliyle yataktan kalkarken, çıplak ayaklarla yere basarken o pijamalı haliyle gülümsüyor insan. Cepleri badem çiçekleriyle dolmuş, bir mucizeye uyanmış gibi hissediyor.
Bu sabah karanlıkta kalkmış işe giderken ve yollar kalabalıkken, radyoda dinlediğim bir şarkıdan sebep, çocukken yaz aylarında köyde kendi kendime oynadığım oyun geldi aklıma. Bir melodi, bir ses, geçmiş denen sandığa istiflediğiniz tozlu yaşanmışlıkları yanınıza bırakıveriyor. Hüzünlü, nemli kareler, bilirsiniz.
Yaz ayları, hava sıcak, çam ağaçlarının kabuklarından kayık yapar, derme çatma tahta köprünün altından Ergene'ye bırakırdım. Şimdiki gibi değildi, erik yeşili akardı Ergene, suyu içilirdi.
Oyunun kuralı o anda dilek tutmaktı!
Kayıktan önce bizim bostanın altına varırsam dileğimin gerçekleşeceğine inanırdım. Koşmak görsün çayırlar ve de geveze kurbağalar. Uçmak görsün mavi gökyüzü, kanat görsün kuşlar…
Arada düşerdim, arada küçük dilek kayığı derenin içine yan yatmış ağaçların dallarına takılırdı. O zaman dereye girmek kayığı kurtarmak gerekirdi. Kurtarılan kayıklar yeşil çimenlerin üzerinde kurumaya bırakıldıkları zaman gizemli çıtırtılar gelirdi kulağıma.
Küçük ellerimle yaptığım o kayıkları sundurmaya saklamıştım en son!
Köydeki evin ışıkları yanmaz olunca ne oldular kim bilir?
Yaşayanlara ne olduğunu biliyorum da yaşananlar ne oldu?
“Sana bir soru soracağım” dedim ve rüya boyunca soruyu dillendirmeye fırsatım olmadı.
Bin yıllar önce fırtınalı bir gecede batmış ticaret gemisinden geriye kalan tek amfora benmişim gibi hissettiğim dönemler oldu, daha gençken, daha tecrübesizken.
Daha sonra yaşadıklarım yüzünden o amforanın içine girmeye çalışan ahtapot gibi hissettiğim de oldu. Hayallerim şimdikilerden daha büyüktü.
Kendime kızdığımı anımsıyorum.
Yaşamak için biçim değiştirebilen bir canlı!
Saklanmak için renk değiştirebilen bir canlı!
Sekiz kolu olmasına rağmen elinden hiçbir şey gelmeyen bir canlı!
Çaresiz ve aç kalınca kollarından birini olmadı ikisini yiyerek hayatta kalmaya çalışan bir canlı.
Yıllar en çok kabullenmeyi öğretiyor.
Öyle olması gerekiyormuş!
Var bu işte de bir hayır!
Kader!
Çam ağaçlarının kabukları gönül yaralarının kabuklarına dönüşüyor fakat suyun üzerinde durmuyor.
İçine döndüğünde, hani oltalar sudayken veya tenha bir çay bahçesinde kahveni soğutmuşken, “heee” diyorsun “ya bazı soruların sorulmaması ya da bazı soruların cevaplanmaması gerekiyor.”
Bazen yolunuz bir kuyuya çıkar, tahta kapağı kaldırır ve görünmeyen eller tarafından itilmiş gibi düşmeye başlarsınız. O kadar hazırlıksızsınızdır ki şaşırmaya bile fırsatınız olmaz. Yosunlu taşlar geçer hızla gözlerinizin önünden, derinlere indikçe hava soğur, gerçekten uzaklaştıkça düştüğünüzü unutursunuz. Evrendeki tüm canlıların aynı şekilde yaşadığını düşünürsünüz.
Hayat böyledir, anormal bir şey yoktur! Taa ki çarpma sesi gelene ve karanlıkta kaybolana kadar.
Sessizliğe, çoktan kurumuş kuyunun dibindeki ıslak kumlara, aranıp sorulmamaya ve tahta kapağın birileri tarafından üstünüze kapatılmış olmasına da alışıyorsunuz.
Evrendeki tüm canlılar kuyuların dibinde yaşıyordur ve siz de onlardan birisinizdir.
Bu inanç büyür içinizde, inanç olunca korku da kalmıyor, karanlık da.
Fısıldayan gölgelerle ahbaplık ettiğiniz zamanlar başlıyor sonra. Düşlerinizde kaybolduğunuz, kendi içinize çekildiğiniz, çekildiğiniz kadar yok olduğunuz, yok olmanın aslında o kadar da kötü olmadığını anladığınız günler.
Tam o günlerde, ummadıklarınızdan örülmüş ip merdiveni fark ediyorsunuz!
Sırtınızı döndüğünüz yerdeymiş meğer.
Kuyunun kapağını ne zaman açtılar, neden hala oradasınız?
Evrendeki tüm canlılarla beraber o gün kuyulardan çıkarsınız ve tekrar yola düzülürsünüz, yolunuz başka bir kuyuya çıkan denk.
Dereye devrilmiş ağaçların dallarına takıldığı olsa da her gün küçük ellerimizle suya emanet ettiğimiz dilek kayıkları aslında…
Bostanın altına kadar koşabilsek yetecek.