Kahverengi sokak kedisinin beton elektrik direğinin altına bırakılmış çiçekli melamin tabaktan süt içmesini izliyorum bir süre…
Kedi için dünyada sütten başka hiçbir şey kalmamış gibi görünüyor.
Sokak kalabalık olmasına rağmen bunun farkında olan kimse yok veya bana öyle geliyor. Sütü tabağa boşaltan kişi pekala izliyor olabilir diye geçiriyorum içimden. Etrafımda öyle biri var mı diye göz ucuyla bakınıyorum, kimseyi göremiyorum.
Eski Foça'da kaldığımız otele komşu evde oturan, sabah akşam mahallenin onlarca kedisini besleyen, kısa boylu, yaşlı kadın geliyor gözümün önüne. Hani şu sürekli örme yelek giyip, kalın çoraplarının üzerine burnu açık terliklerden giyenlerden.
Yaşlı kadınlar ve kedilerden her yerde var diye mırıldanıyorum.
Kediler mi kadınları buluyor, kadınlar mı kedileri? Bulmak için aramak veya tesadüf etmek lazım. Rastlantıları bir kenara bırakırsak, aramak da ihtiyaç değil mi?
Kedilerin gidecek bir yere, yaşlı kadınların da gelecek birilerine ihtiyacı olamaz mı?
Kuruyemişçiden yüz gram tuzlu fıstık alıyor, yeleğimin cebine dolduruyorum. Sokak boyunca sıralanmış banklardan birine oturuyor, saz çalan arkadaşı izlemeye başlıyorum sonra.
Eğilerek önündeki siyah çantaya bozuk para bırakanlar vardı fakat o görmüyor gibiydi! Başka bir yerde olduğunu mu hayal ediyordu acaba?
Hayallerimiz de olmasa ne yapardık bilmem?
Yaşadığımız günler… inadına o kadar gerçek ki!
Onun yerinde ben olsaydım tüm ülkenin tanıdığı bir şarkıcının arkasında çaldığımı düşlerdim.
Küçük bir düş mü oldu bu?
Tamam. Binlerce insan Amfitiyatro'yu doldurmuş, sinek uçsa duyulacak kadar sessiz ortalık. Yuvarlak spot beni aydınlatıyor. Hafif öksürerek genzimi temizliyorum önce, bağlamayı dövmeye başlayınca çığlıklar, alkış kıyamet…
Aşık Veysel gibi, Muzaffer Sarısözen gibi, Neşet Ertaş gibi…
Sazla öte beri mavilim mavişelim çalabilen bir adam için de üç beden bol oldu bu hayal sanki.
Hayal dediğinin de büyük olması lazım ki, gözlerini kapattığına, kurduğuna değsin. Kişisel gelişim kitapları; hayalle, hedefi karıştırmamak lazım diyor lakin ben bu yorumu azıcık art niyetli buluyorum. Küçük hedefleriniz olsun ki, ulaşamadığınız zaman üzüntünüz de ona göre olsun demek istiyorlar alttan alttan. Midilliden düşersen yumuşak yerin daha az acır gibi bir şey!
Bir de büyük hayal kurup da hayalini gerçekleştiren çıkarsa endişesi!
Kişisel gelişin gelişmesine de o kadar değil yani, izin verildiği kadar…
Fıstıkları bitiriyorum oturduğum yerde.
Bir an için büyük gemi kazasından sonra hayatta kalmak için sazına sarılıyormuş gibi geliyor adam bana.
Can sazı!
Kollarını açsa suyun derinliklerinde kaybolacak ve bir daha güneş ışıklarını göremeyecek, nefes alamayacak, dip akıntılarında kaybolacakmış gibi.
Belki de öyleydi!
O yüzden sazına yapışmıştı ve bu kadar içli çalıyordu.
Üç, dört yaşlarında küçük bir çocuk koşarak gelince güvercinler havalanıyor, babası fotoğrafını çekiyor ufaklığın. İki Bulgar turist gülümsüyor.
Saçları kısa kesilmiş, esmer kız çocuğu elindeki sefer tasıyla saz çalan adama yaklaşıyor, türkünün bitmesini bekliyor.
“Değme felek değme değme telime benim, değme zalim değme değme telime benim.”
Türkü bitince kısa bir sessizlik oluyor, yutkunmak gibi, iç geçirmek gibi bir şey diyeyim de anlayın siz. Adam oturduğu yerden toparlanıyor, siyah çantanın içindeki paraları sayıyor, üzerinde kocaman patates resmi olan cips poşetine koyup kıza veriyor. Öğlene kadar toplanan alatura bu kadar!
Sahneyse sahne, müşteriyse müşteri.
İnsan, fotoğrafı çekilen de çocuk, bu yavrucak da diye düşünüyor ister istemez. Büyürken farklı anılar biriktiriyoruz ceplerimizde kimi lokum, kimi açsa da tokum.
Gelibolu'da gündüzleri ayakkabı boyayan, geceleri meyhanelerde klarnet çalan bir Turgut var. Yaşıtız. Ona anlatsam durumu; “ ayat beya” diyecek “çetrefilli, ben bile karıştırıyorum kendimi, çalayım mı, boyayım mı bilemiyorum! Paramız olursa soğanın cücüğünü yiyeceğiz elbette…Üfleyeyim sana bir Lapseki çeşmesi?”