Siyah renkli, çift kasetçalarlı, doksanlardan kalma müzik setinin “play” tuşuna dokunup, günlük işlerimi yapmaya koyulduğum anda, kaset de dönmeye başlıyor. Kulağa hoş gelen bir fon müziğinin ardından davudi bir erkek sesi; “Ah ulan ah, Sabri Abi/ Yüreği elinde çocuk/Diz boyu karda açan ah çiçeği/Aşkın kendisi yani, hürriyetin geleceği/ Sert sakallarında vurgun izi/Ah ulan ah, Sabri Abi/ Yorgun akşamların kederli sofralarında/Önce duran, sonra vurulan dostluğumuz gibi temiz, pak… “ diyerek başlıyor şiirini okumaya. O anlarda, bir an gözlerimi kapattığımda, Silivri çarşı meydanında, Atatürk büstünün hemen yanına kurulan kürsüde, mikrofonun arkasında heyecanla şiir okuyan, mavi önlüklü ilkokul çocuğu beliriverir gözümün önünde hep nedense. Neyse, o başka bir hikaye…
Ben, çok sevdiğim bu şiiri her dinlediğimde, aklıma gelen iki isim oluyor: Kenan Abi ve Lütfü Abi…
Sert sakallarında vurgun izi olan -tabi ki- Kenan (Şentürk) Abi; ama, yüreği elinde çocuk olan, yorgun akşamların kederli sofralarında, önce duran sonra vurulan, temiz ve pak bir dostluktan bahsettiği yerlerde, ikinci bir isim daha ekleniyor ilkinin yanına: Lütfü (Ertürk) Abi…
Şiiri dinlerken, oradaki ismi değiştirip, genellikle “Kenan” ya da “Lütfü” diye eşlik ediyorum şaire. (Dede) Kenan Abi'yi daha önce uzun uzun anlattığım için, bu yazının konusu Lütfü Abi olacak tabi ki. Çünkü o da, tıpkı Kenan Abi gibi, nesli git gide tükenen canlılardan biri.
Lütfü Abi, Silivri' nin birçok güzel insanını kendine has üslubuyla ve eşsiz sözcükleriyle anlatırken, birinin de onu yazması gerekliydi kuşkusuz. Hatta bu durum, benim için bir mecburiyet olmuştu uzun zamandır. Yüreği -rant için değil- yaşadığı kent için çarpan, anlatılmaya değer kaç kişi kaldı ki zaten?
Nasıl ki, Beyoğlu'nun her sokağını karış karış yazıp anlatan, peşkeş çekilen yerleri bir bir ortaya koyan Ahmet Ümit “Beyoğlu' nun En Güzel Abisi” ise; benim için, Silivri' nin en güzel abisi de -yazdıklarıyla, yaptıklarıyla, yaşadıklarıyla ve dile getirdikleriyle- Lütfü Ertürk' ten başkası olamazdı.
Hayatı roman değil, birkaç cilt kitap olması gerekenlerden biri; ama o, başkalarının hikayelerini yazmayı seviyor. Bu kadarla kalsa iyi; tarihi seviyor, doğayı seviyor; yaşadığı şehrin sokaklarını, çeşmelerini, ağaçlarını önemsiyor; yanlışını gördüğü siyasetçileri korkusuzca eleştirmekten çekinmiyor; her şeyi kendine dert ediniyor. Bakıyor ki içinden çıkılacak gibi değil, hazırlıyor nevalesini -genellikle yalnız başına- kafasındaki sorulara yanıt bulmaya çalışırken içiyor, içiyor, içiyor…
Dostları “Biraz ara versen, kilo aldın sanki biraz,” diye uyarmaya kalktığında ise, göbeğini iki eliyle yoklayarak, “Üç aylar yaklaştı, içmiyorum o zaman, spora da gider, toparlarım kısa zamanda, merak etmeyin siz!” diyor gülümseyerek. Dediğini de yapıyor gerçekten. Bir süre ortalıktan kayboluyor, sonra zımba gibi çıkıveriyor karşımıza. Yüzü hep tıraşlı, saçları taralı, giyimi desen on numara, yabancı aktörleri andırıyor “baby face” dedikleri türden; yaşını hiç göstermiyor ve hala son derece yakışıklı.
Kendisi gazeteci-yazar, birçok kitabı var. Son kitap tanıtımında, ben de sahneye çıkıp -sevgili Engin Erkuş'la birlikte- birkaç şarkı söylemiştim, salon tıklım tıklım doluydu.
Bu arada, yıllardır Trakları araştırıyor, neredeyse bu konunun uzmanı sayılır. Yakında bir kitap gelir bu konuda eminim. Önceki kitaplarında yazdığı birbirinden güzel öyküleri okusanız, bayılırsınız. Gülmekten karnınızın ağrıdığı da olur, hüzünlenip gözlerinizin sulandığı da. Kendisini de tanısanız çok seversiniz, eminim.
Son yıllarda git gide koyulaşan bir dostluğumuz var. Kendisi, ”keşke daha önce tanısaydım,” dediklerimden. Aslında çocukluğumdan beri tanırım onu; yetmişli yıllarda, Yeni Gazino' nun çay bahçesini işletirlerdi babası -Kahveci Sali- ile birlikte. İlk gençlik dönemlerinde zıpkın gibi bir gençti; karateye meraklı, devrimci gençlik savunucusu, eylemlerin adamı… Bizler, Yalı Mahallesi Çocukları olarak yakından izlerdik kendisini. Aramızdaki yaş farkı arkadaş olmaya pek müsait değildi o yıllarda. Ama şimdi öyle mi? Benim yaşım altmışa merdiven dayadı; Lütfü Abi ise, -belli etmemeye çalışsa da- merdivenleri tırmanmaya çoktan başladı.
Geçenlerde futboldan konu açılmışken, ilk gençlik yıllarında başından geçen bir anısını paylaştı. Ben, Günay Türkkan' dan bahsediyordum, o sırada söze girdi; “Günay Abi'nin idolü Rus kaleci Yaşin' di, benim idolüm de Günay Abi!” dedi. Çok şaşırdım tabi. O ana kadar, Lütfü Abi'nin kalecilik yaptığından haberim bile yoktu. Sonra devam etti; “Günay Abi' nin fotoğraflarına bak, hep siyah giyer Yaşin gibi.” Şöyle bir düşündüğümde, gerçekten de haklı olduğunu fark ettim. Benim için eşsiz bir bilgiydi bu. Son günlerde kaleme almaya başladığım “Silivrispor Tarihi” kitabım için de hoş bir anekdot olmuştu.
Yine o yıllarda başından geçen, hiç unutamadığı -içinde ukde kalan- diğer anısını da anlatıverdi bir solukta. Hürriyet Gazetesi' nin yetenekli futbolcuları keşfetmek için, "Mahalleden Futbol Sahasına” diye bir yarışma açtığını, dönemin Fenerbahçeli ünlü futbolcuları Yavuz Şimşek, Ziya Şengül ve Fuat Saner' in bu proje için Silivri' ye geldiklerini, Varnalı Fabrikasının yan tarafındaki arsada oynadıkları bir maçta kendisini izleyip çok beğendiklerini, ancak babası izin vermediğinden -üstüne üstlük bir de temiz sopa yediğini- İstanbul'a gidip şansını deneyemediğini… Hepsini, ama hepsini bir bir anlatırken, yüzünde pişmanlığın gölgeleri belirmişti sanki.
Siyasetten söz açıldığında; siyasilerin ikiyüzlülüğünden ve yalanlarından bıktığını, yıllardır görüp duymadığı pislik kalmadığını, görünenin ötesinde çok şeyler döndüğünü, bazı şeyleri ise değiştirmeye gücümüzün yetmediğini söylerdi çoğunlukla. Lütfü Abi' nin duruşunda ezelden beri hep bir “muhalefet tavrı” hakim olduğundan, kendine has çıkarımlarıyla komplo teorileri üretmeyi severdi. Bunu da çok iyi yapardı üstelik. Mantık süzgecinden geçirdiği olaylar dizisini belli bir sıraya koyar, en sonunda ise, savunduğu teorisini destekleyen bir sonuca ulaşırdı. Kısacası, derin devlet gibi adamdı, Lütfü Abi. İnsan, hayatı dolu dolu yaşayınca, hem çok gezip hem de çok okuyunca, böyle oluyordu demek ki! Eh, böyle bir adamın da, yazdıklarının ve söylediklerinin dikkate alınması gerekirdi doğrusu.
Birlikte hayata geçirdiğimiz bir röportaj/belgesel projesi vardı. Uzun zamandır aklımda olan bir projeydi; ancak, Lütfü Abi olmasa, sadece bir düşünce olarak kalma ihtimali oldukça fazlaydı. Son dört yıl içinde, Silivri' nin tanınmış insanlarından on bir kişiyle röportajlar yapmış, onları filme çekmiş ve yaşadığımız kasabayı konuşmuş, anlatmış, anlattırmıştık. Silivrimiz için önemli olan birçok tarihi ayrıntıyı gün yüzüne çıkarmayı başarmıştık. Her ikimiz de yaptığımız işin güzelliğinin, gururunu ve heyecanını yaşamıştık. (Konu açılmışken, Adnan Yıldırım' a da emekleri için çok teşekkür ediyorum.)
Her ikimiz de yaşadığımız kent için yazılar yazmış, önerilerde bulunmuş, tarihini araştırıp halkla paylaşmış, elimizden geleni yapmaya çalışmış ve karşılığında manevi hazdan başka hiçbir şey beklememiş iki insan olarak, yıllar sonra da olsa, aynı çizgide buluşmuştuk. Bizi buluşturan, bir araya getiren, dostluğumuzu pekiştiren en önemli şey, “Yaşadığımız kent, Silivri” den başka bir şey değildi. Yüreklerimiz, karşılıksız Silivri sevgisiyle çarparken birbirini bulmuş ve kısa zamanda, -şairin dediği gibi- “önce duran, sonra vurulan dostluğumuz gibi temiz pak” bir hal almıştı.