Neden bilmem sürekli sahibi değişiyor bu balık lokantasının ve tadilat hiç bitmiyor. Önümüz boğaz, rengarenk konteynerleri sırtına yüklemiş yük gemileri geçiyor ağır ağır ve sürekli işleyen eski, mavi feribotlar. Pat patları bizi başka dünyalara götüren irili ufaklı balıkçı tekneleri geçiyor arada.
İlk bizim şair, Sahir getirmişti beni buraya.
Güzel bir yaz akşamıydı, lokantanın sahibi farklıydı, denizde gün kavuşurken ortaya çıkan ördekler vardı o zamanlar.
Sakız gibi bir masa örtüsü serilmiş, mezeler küçük tabaklarda sırlanmıştı. Ağzımızın tadı başka, keyfimiz daha delikanlıydı sanki.
Bizim de dinleyeceğimiz varmış demek ki, gözlerimiz kapanana, boğaz bizi çarpana kadar Sahir şiir okudu, biz dinledik. Sonra sonra Sahir başka yerlerde şiir yazar oldu.
Olacak elbet!
Trakya'da “ayat beya” deriz. Onun gibi işte.
Ayat da bazen büle!
Sözleştik, Macit gelecek bu akşam, balığa atacağız beraber. Ayıptır söylemesi roman kahramanı kendisi!
Lokantanın hemen bitişiğinde çakıllı bir sahil var. Şezlonglar, iskemleler toplanmış, duvar dibine dizilmiş, yorgun, unutulmuş haldeler.
Tatil yerlerinde sonbahar şarkıları hep hüzünlüdür.
Bacakları paslanmaya başlamış bir masayı çakılların üzerine taşıyorum, canı sıkılmasın diye iki de iskemle yanına. Denize ne kadar yakın, o kadar iyi.
Gelibolu'da boru kurdu aradım ama bulamadım. Yem olarak sülüneslerim var, onlar da gevşek. Gevşek olunca iğneden düşmesinler diye uzağa atamıyorum oltayı.
Büyük balık uzaktadır ya! Ondan sebep.
Küçük küçük ispariler geliyor, oyalanıyorum kendi kendime, bir taraftan yemleri bitiriyorlar diye kızıyorum.
Güneşin batışı görünmüyor buradan. Hava birdenbire kararıveriyor.
Tek tük geçenler oluyor sahilden, selamlaşıyoruz.
“Akşam sefanız bol olsun.”
“Rast gelsin, beyefendi oğlum!”
Bakalım kaybolacaklar mı diye bakıyorum arkalarından.
Sanki geçmişten günümüze bir kapı açılmış, acaba dünya değişmiş mi diye merak edenler akşam yürüyüşüne çıkmış gibi!
Yaşarken farkına varılmaz denir fakat kış aylarında evde otururken aklıma gelecek bir gece.
Gökyüzü lacivert, yıldızlar, yakamoz yakamoz üstüne, dalgalar bile dilsiz, sessizlik, gemilerin ışıkları…
Yemleri değiştirmekten vazgeçiyor, kollarımı kavuşturup ayaklarımı denize doğru uzatıyorum.
Yorgun şezlonglardan birine kıvrılıp uyusam böyle? Denize, gemilere, lacivert gökyüzüne bakarken içim geçiverse.
Sabah denize girsem?
Gece ara ara uyanmam lazım ki, nerede uyuduğumu bileyim.
“Bonjour”
Sese çeviriyorum başımı, Macit gelmiş!
Kısa robdöşambrı üzerinde, cebinden tabakasını çıkarıp oturuyor hemen.
“ Bonsoir! Sizi yazacağım diye Fransızca öğrendim neredeyse!”
Gülüyor.
Zayıf, avurtları çökmüş, kırılmış, bilekleri incecik, bir sigara yakıyor, bana da uzatıyor. İçtiğim en eski sigara herhalde. Konyak istiyor, lokantada olmayınca başka yerden bulup getiriyorlar.
“Nasıl buldunuz hikayemi?”
Üzüldüm işin açığı ama hikâyenin bittiği yerden sonrasını merak ediyorum.
“Keşke Mehmet Rauf'u davet etseydiniz. Son sayfadan sonrasını roman kahramanları da bilmez. Büyükada'ya geldiniz mi hiç?”
Her sonbahar gitmeye niyetlenirim ama gittiğim olmadı hiç.
“Yazık, o zaman ben de sizi davet edeyim. Hristos'a, Dil burnuna gider, yürürüz beraber.”
Bu defa ben gülüyorum.
Uzun uzun Güzin'i, kendi tabiriyle o cehennem günlerini anlatıyor, en balıkçı halimle dinliyorum.
Dinlemek anlamanın anahtarıdır, anlamak da bir an.
“Sen de o adam değilsin” diyor giderken.
Biliyoruz birbirimizi. Olsa mıydık keşke?
İskemlede dalıyorum öyle. Sabah denize gireceğim henüz bilmiyorum….
Ayat da bazen büle!
Hamiş; Macit, Mehmet Rauf'un Bir Aşkın Tarihi adlı romanının kahramanı.