Gökçeada Tepeköy'deyim. Barba Yorgo'nun girişine, asmaların, yeşil üzümlerin altına konmuş, bakınca yapanı acemiymiş herhalde dedirten, mavi gözlü, anadan üryan heykelle göz gözeyim.
Sağ elinde bir salkım üzüm, kulaklarında üzüm salkımlarından küpeler.
Zamanında köyün delisiydi, pek de sevilirdi, rahmetli olunca heykelini dikmişler fakirimin! Heykeltıraşın malzemeden çaldığı edep yerini incir yaprağı ile örtselerdi iyiydi diye geçiriyorum içimden
Sıcak!
Hem nasıl!
Rüzgar da var ama, say ki devasa bir saç kurutma makinesinin önünde oturuyoruz. Kavruk bir delikanlı hoşluyor, hal hatır soruyor, çardağın altında yer gösteriyor...
Şekerli bir Türk kahvesi istiyorum, manzaram şahane, keçi ve koyun sürülerinin istila ettiği dağlar, dağların yamaçlarına serpiştirilmiş ağaçlar, bağlar, yeşilin türlü tonu...
Kahvem gelince heykeli soruyorum.
- Kim bu?
- Dionysos Ağabey.
-Şaka ile karışık... O kim be kardeşim, köyden mi?!
Gülüyor kavruk delikanlı fakat istifini de bozmuyor;
- Bağ ve şarap tanrısı, kafa çekmeye oturunca adı değişir Vakhos olur... Vakhos'a bu akşam kurban keseceğim demek; bu akşam kafa çekeceğim anlamına gelir...
Borcumuzu soruyorum kalkarken. "Yedi Lira" diyor delikanlı, " Yoksa beş, o da yoksa ikramımız olsun!"
Tepeköy'ün tarih kokan dar sokaklarını geziyoruz sonra, tanımadığım insanlarla selamlaşıyor, terk edilmiş, yıkılmaya tutmuş taş evlerin önünde durup geçmişte neler yaşandığını kurguluyorum...
&&&
Güneşin tepede olduğu bir saatte Kefalos Plajında alıyoruz soluğu, yanıyor ortalık. On beş gün öncesine göre daha kalabalık, rüzgar sörfü yapanlar, karavanı ile gelenler var.
Kovboy şapkalı büfeciye tarifi ile beraber gözlükleri soruyorum... Unutulanları koydukları rafa bakıyor fakat nafile! Neler unutmuyormuş ki müşteriler; cüzdanlar, çantalar, telefonlar, bulduklarını belediyeye teslim ediyorlarmış...
Yine denize giriyor yine uyuyorum. Havanın kararmasına yakın oltacılar sahilde yerini alıyor, kupalar, mırmırlar...
Dayanamıyor at çek yapmaya niyet ediyorum. Yeşil sahte çantasının gözüne, eldivenlerin yanına gözlükleri koymamış mıyım! Güneşin altında süslenmekten koyduğumu unutmamış mıyım!
Allah sevdiği kuluna önce eşeğini kaybettirir sonra da buldururmuş ya! Benimki tastamam o hesap...
Balıkların acıdığı acemi arkadaşımla, kan, ter içinde kalana kadar sahteyi defalarca atıp, çekiyoruz fakat ne gelen var ne giden...
Ne gam?
Güneş gözlüğünü tuttum ya, o da yeter.
&&&
Kaleköy'ün dar sokaklarını acaba nereye çıkacak diye gezerken tesadüfen, Aya Marina Kilisesi'nin yanında Mustafa'nın Kayfesi'ni buluyoruz.
Çınar ağaçlarının kuytusuna saklanmış, huzurlu, mistik, eylülde harika olur burası dediğim bir yer. Al kitabını sabahtan akşama kadar oku... Saklan çıkma, arayan gelir bulur elbet... Höpürdete höpürdete yavaş yavaş keyifle bir Türk kahvesi de orada içiyorum...
Gece beyaz masalı, beyaz iskemleli Eleni'ye iniyoruz.
Sahi bugünler de kiminle tanışsam adı Deniz!
Eleni'de çalışan iki üniversite bitirmiş garsonun adı; Deniz.
Yakamoz Motel'deki güleç adamın adı da, plajda tanıştığım çok bilmiş, dişsiz cimcimenin adı da; Deniz...
Radyoda çalan sıradaki şarkıyı kendime tutuyorum, nakaratı; deniz.
Eleni'de o an tanımadığımız fakat gecenin ilerleyen saatlerinde Can Manay ve Game Of Thrones'in yeni sezonundan sebep kadeh tokuşturacak hale geldiğimiz iki kampçının, Züleyha ve Necati'nin masasına komşu oturuyoruz...
Onlar Fi'nin dizisini izlerlermiş, ben kitapları okudum ya, inadına inadına anlatıyorum, cümlelerin sonuna da ekliyorum tabi; siz benim anlattığıma bakmayın dizi kitaplardan farklı olur!
Gecenin ilerleyen saatlerinde Dionysos'un Vakhos olmasına takılıyorum.
Masaya oturunca değişiyor besbelli.
Koskoca bağ ve şarap tanrısı değişiyorsa, biz değişmişiz çok mu?
Adanın gediklisi Mutlu'nun tavsiyesi ile Kaleköy'ü, limanı kuş bakışı gören Yakamoz Motel'de konaklıyoruz bu defa... Güneşin batışını, balık lokantasını, işletmenin sahibi Latif Ağabeyi, Deniz'i başka bir halet-i ruhiye de uzun uzun anlatmam lazım...