BAKİ ÇİFTÇİ

Mehmet’in Onuru

Sabah ezanı ile uyandı Mehmet. Odanın loş ışığı, henüz doğmamış güneşin ilk huzmeleriyle aydınlanıyordu. Küçük, rutubet kokulu bir odanın içinde uyumaya çalışıyordu ama aklında günün getireceği zorluklar vardı. Henüz on yaşındaydı; ama hayat ona fazlasıyla ağır geliyordu.
Annesi, ayakkabısının yırtılmış lastiğini bir iple bağlamaya çalışırken Mehmet, göz ucuyla ona baktı. Üç gündür evde yiyecek bir şey yoktu. Annesi, karnını doyuramayacak kadar yorgun ve bitkin halde, çocuklarına nasıl bakacağını düşünüyor, her gün işe gitmek için yola koyuluyordu. Çalıştığı temizlik firması, ona ne doğru düzgün bir maaş ne de sağlık güvencesi veriyordu. Mehmet'in babası işten çıkarıldığından beri, ailesi için her şey daha da zorlaşmıştı. Babası inşaat işçisiydi; ağır bir kaza geçirip yatağa düştüğünden beri iş bulamamıştı. Artık tek umut, annesinin eline geçen üç beş kuruştu. Mehmet ise dışarıdan bakıldığında sessiz, fakat içinde kocaman fırtınalar kopan bir çocuktu.
Sokaklara adım attığında, her gün karşılaştığı manzara değişmiyordu. Yanından geçen büyük arabalar, gülümseyen insanlarla dolu dükkanlar, pencereleri ışıl ışıl evler… Hepsi Mehmet'e yabancıydı. Her şey, onun dünyasından o kadar uzaktı ki. O, hayal kurmaktan bile vazgeçmişti. Ayakkabısının altındaki deliği yere değdirmemeye çalışarak yürürken, içindeki yoksulluğun ağırlığını her adımda hissediyordu. Mahallenin köşesindeki bakkala vardı. Kapının önüne oturup, dükkânın önünde duran simitleri izlemeye başladı. Karnı gurulduyordu. Simitlerin kokusu burnuna kadar geliyor, midesini daha da sızlatıyordu. Ancak parası yoktu. Bir simidi bile alamayacak kadar fakirdi.
Bakkal Mehmet'i gördü, ona selam verdi. Mehmet başını eğip cevap verdi ama ayakları onu içeriye girmeye götüremedi. Çünkü bakkal dayı da artık eskisi kadar iyi değildi. Borç defterine yazılan her şey artmış, kimse artık borcunu ödeyemiyordu. Borçlarını kapatamayan mahallelinin içinde Mehmet'in ailesi de vardı. Borç defterine bakmak bile Mehmet'i utandırıyordu.
"Mehmet!" diye seslendi bakkal dayı. "Gel oğlum, sana bir şeyler vereyim."
Mehmet tereddüt etti, ama açlık ağır basınca istemeden içeri girdi. Bakkal ona bir simit ve bir kutu süt uzattı. "Bunu al, ama borç değil, benden sana hediye," dedi gülümseyerek. Mehmet'in gözleri doldu. Kafasını eğdi, teşekkür edemeyecek kadar boğazı düğümlendi. Simidi alıp dışarı çıktı, köşede usulca oturdu.
İlk lokmasını alırken, her şey birdenbire durdu. Sokaktaki sesler, arabalar, insanlar... Hepsi yok olmuştu sanki. O an, Mehmet hayallerine dalıverdi. Bir anlığına da olsa her şeyin iyi olduğunu, herkesin mutlu ve tok olduğunu hayal etti. Bir sıcak sobanın başında oturduğunu, annesinin gülümseyerek ona çorba getirdiğini düşündü. Bu hayal ona huzur verdi, ama o kadar kısa sürdü ki… Simidi bitirip kalktığında, gerçekler tekrar sert bir rüzgâr gibi yüzüne çarptı.
Eve döndüğünde annesi hâlâ işe gitmeye hazırlanıyordu. Babası ise yatağında sessizce yatıyordu. Mehmet, elindeki simidin son parçasını annesine uzattı, "Anne, sen de ye," dedi. Annesi ona baktı, gözlerinde derin bir hüzünle. Bu çocuk, bu küçücük çocuk, kendi açlığını unutup ona vermeye çalışıyordu. Ama annesi o simidi yemedi. Elini oğlunun başına koyup usulca sarıldı.
"Gariban mıyız biz anne?" diye sordu Mehmet aniden.
Annesi bir an durdu. Garibanlık… Bu kelime, insanın sadece maddi yoksunluğunu değil, toplumun gözünde ne kadar değersizleştiğini, kendi çaresizliğinin ne kadar farkında olduğunu da barındırıyordu.
"Hayır oğlum," dedi annesi, gözlerinden yaşlar süzülürken. "Biz gariban değiliz. Biz insanız. Değerliyiz. Sen de, baban da, ben de. Biz, sadece zor günler geçiriyoruz. Ama biz asla gariban değiliz."
Mehmet, annesinin sarılmasında bir sıcaklık buldu. Belki yiyecekleri yoktu, belki gelecekleri belirsizdi, ama annesinin bu sözleri, Mehmet'in içindeki karanlığı bir nebze olsun aydınlattı. O, sadece aç bir çocuk değildi. O, bir insan olarak değerliydi. Bu dünyada, onun da bir yeri vardı, bir anlamı.
O günden sonra Mehmet, açlığını hissetse de, hayatın onu ezmeye çalıştığı her an annesinin sözlerini hatırlayacaktı. Yoksullukla mücadele etmek zorunda kalacaktı, ama bu mücadelede yalnız değildi. Çünkü bir insanın, ne kadar yoksul olursa olsun, sahip olduğu en büyük güç, onuruydu. Sendika üyesi olmak istedikleri için işten atılan işçilerin konuşmalarını izlemişti bir keresinde. Üzerinde “haklıyız kazanacağız” yazan kırmızı önlüklü bir abla “patronun doymayan aç gözlülüğü bizim yoksulluğumuzdur..” gibi sözler söylemişti. Mehmet bunun ne demek olduğunu tam olarak anlamasa da yoksulluklarının suçlusu kendileri olmadığını öğrenmeye başlamıştı.
Bu yazı “kendi kötü ve haksız yönetimlerinden sorumlulukları yokmuş gibi, garibanlığı yoksulluğu sömürü ve ötekileşme aracı gibi siyasi propaganda dilini kullanan siyasetçileri protesto etmek için yazılmıştır.”

YORUM YAP