Sonbaharda kalabalık oluyor Çanakkale, otellerde yer olmuyor. Bursa dönüşü Lâpseki'yi geçtikten sonra telefon rehberime kayıtlı olan numaraları sıra ile aramaya başlıyorum. Üçüncüsünde yer var, onun da tek odası kalmış.
Keşişlerin kaldığı odalara benzer küçük bir oda veriyorlar bana, tek kişilik bir yatak, aynalı bir dolap, televizyon, odanın bir penceresi limana, bir penceresi ara sokağa bakıyor, pencerenin önüne bırakılmış berjere oturup limanı değil de ara sokaktan geçenleri izliyorum, turistler, öğrenciler…
Bir kahve yapıyor valizden Andre Gide'nin Dar Kapı adlı romanını çıkarıyorum, yarısını Mudanya'da okumuştum bitirmek istiyorum.
Sait Faik okurmuş Andre Gide'yi, hikâyelerini defalarca okuduğum yazarın hayranı olduğu yazar, hüzünlü, kırık bir aşk hikâyesi yazmış.
Kitabın son sayfasını çevirdikten sonra ağzımda kalan buruk tatla berjerde oturmaya devam ediyor, mümkün olmadığını bile bile olayın kadın kahramanı Alissa'yı anlamaya çalışıyorum.
Lodos'a kadar yürümek niyetindeyim, sahildeki nefes alıp veren kalabalığın arasına karışmak keyif veriyor. Akşama Galatasaray'ın maçı var, gençler toplanmış Galatasaray marşları söylüyorlar, Galatasaray'ın bir sıfır yenileceğini bilmiyorlar henüz, ben de bilmiyorum.
Sahilde sürekli gittiğim bir balık lokantası vardı, ne olduysa kapandı pek severdim. Alıştığım, sevdiğim mekânların kapanmasına veya el değiştirmesine üzülüyorum, sürekli aynı berbere gidenler gibi, aynı yerlere gidip, tanıdık yüzlerle sohbet etmenin, kalanı dönüşte bulmanın keyfi de başka, giderken bırakılanı bulamamanın hüznü de.
Sonbahar olmasına rağmen yazdan kalma ılık bir gece, kestaneciler, midyeciler, közde mısırcılar, dondurmacının önünde kuyruk, bütün mevsimler birbirinin içine geçmiş gibi, uzun kollu giyen de var, şortla kendini sokağa atanda…
Akol, Büyük Truva, tek pota basket maçı yapan gençlerle takılıyorum bir süre hani biri yorulup çıksa, gömleği üzerimden atıp aralarına karışacağım, oyuna nasıl bir kendini kaptırıştır o, nasıl bir hayattan, gerçeklikten kopuştur, kahkahalar, dirsekler her basket oluşunda gençlerin yüzünde oluşan geçici mutluluk.
Gençler hayatları boyunca çıktıkları tüm maçları kazanabilseler keşke diye geçiriyorum içimden sonra kendi düşüncemi saçma buluyorum.
Mağlubiyetler olmasa galibiyetlerin keyfi olur muymuş hiç!
Rakibe saygı duymayı da öğrenecekler, yenildikleri zaman tebrik etmeyi de, kimi daha geç öğrenecek, aralarında hiç öğrenemeyecek olanlar da var elbet!
En zor onların işi, şimdiden Allah kolaylık versin!
Yürürken beyaz masalı başka bir balık lokantasına rastlıyorum, ismi Şayka!
Şayka tarihi bir terimmiş, Türklerin, Karadeniz'deki ırmak kıyılarını korumakta, Kazaklarınsa bu kıyılara saldırmakta kullandıkları, altı düz, yayvan, birkaç topu, kırk elli savaşçısı bulunan küçük savaş gemisi anlamına geliyormuş.
İçerisi kalabalık olunca, dışarıya bir masa çıkarıyorlar, mezeleri seçtikten sonra günün rehaveti ile oturuyorum.
Sürekli fotoğraf çeken, hangi milletten olduklarını çözemediğim, gürültülü, aynı anda konuşan çekik gözlü bir gurup var.
Otururken öğrencilik günlerime dönüyorum. O zamanın Çanakkale'si ile bugünün Çanakkale'sini karşılaştırıyorum arada uçurum var, eski okul arkadaşları, gönül kırıklıkları, sislerin ardında kalmış yüzler, gerçekleşmemiş beklentiler, ergen umutlar, hayaller…
Kendi kendime derinlerden kum çıkarırken, siyah giymiş hafif kilolu güleç şef geliyor masama, bir eksikleri olup olmadığını soruyor, gülümsüyor “yok” diyorum…
O günlere dönünce ne çok kumpir yediğimiz geliyor aklıma, ucuzmuş demek!
Kumpir deyince aklıma geldi! Bir sabah Mudanya'da uyandım ağzımda kıymalı börek tadı var! Hani şu bastıra bastıra bıçakla kesilenden. Çorlu'da Cumhuriyet Meydanı'nda bir börekçi vardı(hala var) oraya giderdik. Yanında da kaymağı bol süt içerdik eskiden. Ne kadar eski derseniz ben diyeyim yirmi sene, siz deyin yirmi beş sene. Arkadaş canım nasıl kıymalı börek istiyor, otelden çıktım sahilde börekçi arıyorum, buldum da.
Tarihi Yaşayanlar Börekçisi, girdim içeriye temiz yüzlü, bıyıklı, kısa boylu bir arkadaş, anlattım durumu güldü, bir tabak kıymalı börek uzattı, yanında da süt istedim… Bir yemek bende, kıtlıktan çıkmış gibi. Dedelerinin börek bıçağını çerçeveletip duvara asmışlar, bıçağın sapı şimşir ağacından, rahmetli bin dokuz yüz yirmi beş ile bin dokuz yüz altmış beş arasında kırk yıl kullanmış bıçağı, sapında parmaklarının izi kalmış.
Kalkıp Lodos'a doğru yürümeye başlıyorum yeniden, hava ılık, kimi şortla, kimi uzun kollu çıkmış evden, mevsimler birbirine karışmış…