Fırından ekmek alıp çıkmış, aheste aheste eve doğru yürürken, parfüm mağazasının önünde saz çalan bir adam dikkatimi çekiyor. En sevdiğim türkülerden birini çığırıyor: Mihriban…
Abdürrahim Karakoç'un harika sözleri, Musa Eroğlu'nun eşsiz yorumuyla birleşince, muhteşem bir eser çıkmış ortaya. Üzerinden yüzyıllar geçse de unutulmayacak bir şaheser, Mihriban.
Saz çalan adamın önünde duraklıyor, cebimde kalan tüm bozuk paraları, önüne serdiği kumaş parçasının üzerinde duran onlarca metal paranın yanına usulca bırakıyor; ardından, Mihriban'ın sözlerini mırıldanarak evin yolunu tutuyorum:
“Sarı saçlarına deli gönlümü, bağlamışım çözülmüyor Mihriban…
Ayrılıktan zor belleme ölümü, görmeyince sezilmiyor Mihriban…
Yar deyince kalem elden düşüyor, gözlerim görmüyor aklım şaşıyor…
Lambada titreyen alev üşüyor, aşk kağıda yazılmıyor Mihriban…
Tabiplerde ilaç yoktur yarama, aşk deyince ötesini arama…
Her nesnenin bir bitimi var ama, aşka hudut çizilmiyor Mihriban…”
Türküyü söylerken, bir yandan da sözlerdeki anlamı -kim bilir kaçıncı kez- keşfetmeye çalışıyorum. Şair Abdürrahim Karakoç'un ince ruhunu, yüreğinin nasıl büyük bir aşkla -ya da aşk tasavvuruyla- yanıp tutuştuğunu derinden hissetmek için var gücümle çabalıyorum, ama nafile!
O yüce ruh halinin yanına yaklaşmak ne mümkün!
Bu olağanüstü sözlerin hangi psikolojiyle yazıldığını boş yere çözmeye çalışırken, ayrılığın ölümden farkı olmadığını kavrayan, yar deyince gözleri görmez olan usta şairin, “yar” sözünün geçtiği yerde alevin bile titreyip üşüyebileceğini nasıl düşünebildiğine şaşıyor; her nesnenin bir bitimi olduğunu bilen bu adamın, aşka hudut tanımayan o eşsiz, kocaman yüreğini gözümün önüne getirmeye çalışıyor, ancak bir türlü başaramıyorum.
Ve, Musa Eroğlu…
Elinde tek bir sazla binlerce insanı konser salonlarına toplamayı başaran -babam gibi- kavruk ve her daim alnı açık bu “Anadolu Çocuğunun” her ölümlüye nasip olmayacak büyük başarısını sadece ellerimle değil, tüm kalbim ve ruhumla, canı gönülden alkışlıyorum.