15 Şubat 2025 Cumartesi günü Silivri Tarih Derneği'nin organizasyonuyla “102. Yılında Türk -Yunan Zorunlu Nüfus Mübadele” konulu panel gerçekleştirildi. Emeği geçen herkesi kutlamak az gelir. Çünkü çok kıymetli bir toplumsal hafıza yenilenmesine yol açıyorlar. Unutkanlık insanlık halidir. Unutursanız, “balık hafıza” toplumların en iflah olmaz trajedisine dönüşmesi de kaçınılmaz olur. Derler ki, kurbanların adını tek tek aklında tutma ama acılarını asla unutma.
Silivri Tarih Derneği mübadele konusunda 3. panelini gerçekleştiriyor. Panelistler mübadelenin sebep sonuçlarıyla ilgili farklı açılardan kıymetli sunumlar yapıyorlar. Ancak başta mübadil torunlarında yeterli duyarlılık gösterilmediğini belirtmeliyim. Sosyolojik nedenleri üzerinde durulmalı. İkincisi yine başta mübadil kuşaklarının, güncel savaş, çatışma ve hak ihlallerinde empati zayıflığı.Yüzyıl önce yaşanmış acıların anlaşılmasında aşınmanın, ötekilere karşı “zenofobi” dürtülerinin siyasi atmosferin de yarattığı algıyla güçlenmesine neden olduğunu söylemek çokta yanlış olmaz.
Neyse ki Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri Sayın Esat Halil Ergelen'in ABD ve İsrail'in Gazzellileri topraklarından sürme soykırımına karşı basın açıklaması yaptıklarını söylemesi çok kıymetli ama Silivri Demokrasi Platformu'nun Silivri'de yaptığı Filistin soykırımının protesto basın açıklamasına mübadillerin uzak durması nasıl anlaşılmalı? Bunda mübadil örgütlenmelerinin sorumluluklarını kendilerine bırakalım. Panelde mübadil örgütlenmesinin ulaştığı kitlesellik çok sevindirici olsa da, içe dönük çalışmaların yanında, dünyada ve coğrafyamızda her türlü ön yargıdan bağımsız olarak kendi tarihsel acılarıyla empati kurmaları, örgütlü yapılarında temsil ettikleri kitleleri duyarlı olmalarını sağlamaları, barış hakkına yapılacak en büyük katkı olacaktır. Çünkü tarih derstir. Aksi halde aynı suda iki kere yıkanmaya kapı aralar.
47 yıldır yaşadığım bu coğrafyada onlarca birinci kuşak mübadillerle dostluklar kurdum. “Memleket” öyküleri dinledim. Bir kısmını yerel gazetelerde yazdım.Belki de bölgede ilk defa 1998 yılında Büyükçekmece/ Mimarsinan( Kalikratya) Belediyesi Balık Festivalinde, Girit ve bölgemizde yaşayan son kuşak mübadillerin katıldığı“Mübadele ve Acıları Hatırlamak” başlıklı paneli organize edip yönettim. Yetmiş iki milletin acılarına olduğu gibimübadeleye de duyarlı olmaktan kaynaklı hafızamda biriktirdiklerimi farklı bir bakış açısıyla paylaşmak isterim.
Bundan bir asır önce, Anadolu ve Balkanlar'da binlerce yıllık komşuluk ilişkileri bir gecede sona erdi. 1923 Türkiye-Yunanistan nüfus mübadelesi, iki ülkenin ulus-devlet inşası sürecinde halkları yerlerinden eden büyük bir sosyal mühendislik projesiydi. Kimse mübadil olmak istemedi, kimse doğup büyüdüğü toprakları gönüllü olarak terk etmedi. Ama devletler, siyasi hesaplar, ekonomik çıkarlar ve uluslararası güç dengeleri bu insanların hayatlarını hiçe sayarak kararlar verdi.
Ne var ki, mübadeleye dair anlatılar genellikle yerinden edilenlerin acılarına, kültürel miraslarını yeni yurtlarında nasıl yaşatmaya çalıştıklarına odaklanıyor. Bu elbette önemli. Ancak daha derinde bir gerçek daha var: Egemenler, halkları sürgün ederek yalnızca demografik dönüşüm yaratmadılar, aynı zamanda büyük bir servet transferi gerçekleştirdiler. Halklar giderken mülklerini, topraklarını, dükkanlarını, fabrikalarını, bağlarını, bahçelerini geride bıraktılar. Ve bunlar birilerine devredildi.
GÖÇ, SAVAŞ VE SERVET TRANSFERİ
Tarih boyunca büyük zorunlu göçlerin ortak bir yönü vardır: Birileri sürülür, birileri bu sürgünden ekonomik ve siyasi kazanç sağlar. Mübadelede de olan buydu. Küçük Asya'nın Rumları, Girit'in Müslümanları, Makedonya'nın Türkleri yalnızca coğrafi olarak yer değiştirmedi; arkalarında devasa bir servet bıraktılar. Benzer süreçleri 19. yüzyılda Kafkas sürgünlerinde, 1948'de Filistinlilerin topraklarını terk etmeye zorlanmasında, Hindistan-Pakistan bölünmesinde gördük.
Ama mesele sadece maddi servet değil. Kültürel hafıza da bölündü. Anadolu'nun Rumları Yunanistan'a gittiklerinde dillerini korumakta zorlandılar, çünkü artık sadece “Yunan” olmaları bekleniyordu. Aynı şekilde, Girit'ten, Yunanistan'da gelen Müslümanlar Türkçe bilmeden geldikleri yeni vatanlarında “makbul vatandaş” olmaya çabaladılar. Göçmenler, yeni vatanlarında sadece yeni bir hayata değil, yeni bir kimliğe de zorlandılar.
Bugün mübadil torunlarının bir kısmı, Suriyeli, Afgan veya Afrikalı mültecilere karşı hoşgörüsüzlük sergileyebiliyorsa, bunun temelinde büyük ölçüde bu kimlik inşası yatıyor. Ulus-devletler, mübadillerin geçmişlerini bir süre sonra silikleştirip onları “makbul yurttaş” haline getirdiği gibi, bugünün mültecilerine de yeni bir kimlik dayatıyor: “istenmeyen yabancılar.”
UNUTULAN ACI VE YENİ KURBANLAR
Mübadele kuşaklar boyunca anlatıldı, anıldı, müzeler açıldı, dernekler kuruldu. Ama mübadil ailelerin bir kısmı, bugün aynı sürgün acısını yaşayan mültecileri dışlıyor. Neden? Çünkü ulus-devlet ideolojisi, geçmişte zorla göç ettirilenleri yeni “yerleşik” sınıf olarak konumlandırıp, yeni gelenleri dışarıda bırakıyor. Dün göçmen olanın torunu, bugün sınırları koruyan olabiliyor.
Bu, sadece Türkiye ve Yunanistan'a özgü bir çelişki değil. Almanya'da Nazi zulmünden kaçan Yahudiler, İsrail'de Filistinlilerin yerinden edilmesine sessiz kalabiliyoryada büyük bir kısmı Siyonist devlet politikası olarak doğrudan soykırım suçlusu olarak tarihteki lanetli yerini alıyor. 20. yüzyılın en büyük göç hareketlerinden biri olan Hindistan-Pakistan ayrılığının torunları, bugünkü Rohingya mültecilerine kapılarını kapatabiliyor. Travma, bazen dayanışma değil, dışlama üretiyor.
TARİHİN SESSİZ TANIKLARI: MÜBADELE HAFIZASINI NASIL CANLI TUTABİLİRİZ?
Mübadele torunları, bu tarihsel bağlamı gözeterek, mültecilerle dayanışma içinde olmalı. Hafızayı yeniden inşa etmek, sadece müzelerde geçmişi sergilemek değil, geçmişin bugünkü yankılarını duymakla mümkün olabilir. Ve bu yankılar, bugün savaş ve yoksulluk yüzünden göç yollarına düşen milyonlarca insanın sesini duymakla mümkün. Bu sesi duymayanlar gün gelir sesini duyuracağı kimseyi bulamaz.
Sorulması gereken soru şu: Mübadele yalnızca geçmişin bir hatırası olarak mı kalacak, yoksa bugünün mültecileriyle dayanışmayı mümkün kılan bir hafıza pratiğine mi dönüşecek? Yeryüzün ortak paydaşların dan olan insan türü, yapay zekayı keşfedecek kadar aklı geliştirebiliyorsa, herkes için olan toprağı ve kaynakları barış ve adalet içinde paylaşmayı neden başaramıyor? Cevabı herkes biliyor ancak, egemen çıkar sermaye ve siyasi hegemonya halkları birbirine düşman etmeyi iyi beceriyor. Sistemin sunduğu beyinlere vurulan kişisel küçük çıkarların milliyetçi sosuyla sertleştirilmiş köle zincirlerini kırdığımız gün bir daha mübadele gibi anmaları yapmamıza gerek kalmayacak.
NOT: Tarihin acı sayfalarında devletlerin halkları politik tercihlerine araçsallaştırmak adına nasıl kullandıkları ve masumların nasıl adsız kurbanlara dönüştüklerini içimiz kanayarak okuyoruz. Ama o kadar çok karanlıkta kalan ve devletlerin kendilerine hak görüp, öbürüne müstahak buldukları tek taraflı manipülasyon ve propaganda karanlığını aydınlığa çıkaran insanlığın onurunu dik tutan namuslu araştırmacı ve akademik terbiyenden geçmiş bilim insanlarına borçluyuz. Mübadele panelinde konuşan Aytek Soner ALPAN'ın “Tatavla'nın Kurtuluşu” Kitabını okumayı öneririm. Gelenlerin acılarını paylaşıyoruz. Ya gidenlerin ki? Cevabı Kitapda.