Silivri Belediyesi Ekim Meclisi ikinci oturumu da kendi konularımızdan ziyade bu kez İBB'nin Adalar'da TÜGVA ile yaşadığı bir tahliye konusu üzerinden dalgalandı.
Deniz dalgasız olur mu hiç?! Şairlerin deniz kadar olmasa da dalgalara da yazdığı şiirleri düşününce bu hareketliliğin anlamını biraz irdeleyelim mi?
Ekim'in ikinci oturumu üzerinden şunu söylemek istiyorum; iktidar adına Başkan Volkan Yılmaz, muhalefet açısından Melih Yıldız'ın yönetimsel sorumluluğunun ağır basması çok değerli. Başkan Bey'in özellikle MHP Lideri Devlet Bahçeli'den alıntılayarak sıklıkla dile getirdiği “Önce ülkem ve milletim sonra partim ve ben” mottosunun sözde kalmaması Silivri açısından son derece kıymetli.
Tabi ki Belediye Başkanı da meclis üyeleri de bir partiden aday olarak seçilir. Bunun bir tık üstü, gelişmiş hali bence örneğin ‘AK Parti Meclis Üyesi olarak seçilip' bir de ‘Silivri Belediye Meclis Üyesi' olabilmek.
Bunu Volkan Yılmaz belediye başkanlığında başarıyor, İBB'deki MHP Grup Sözcülüğünde koruma gayreti de azımsanamaz. Bunu ilçe meclisimizde bence Melih Yıldız, Sami Barlas, Celalettin Yazıcı, Mehmet Yönet diğerlerine nazaran daha çok başarabilen isimlerden.
Siyaseti, yönetim sorumluluğu önüne taşımak ve orada tutmak adına mücadele vermek ya da bu amaca yönelik mantık içinde icra etmek hak ettiği takdiri de seçilme, tercih edilme noktasında sahibine kazandırır.
Son mecliste Başkan Yılmaz'ın meclisi yönetirken isteyen herkese söz verme eğilimi demokratlığı, tartışma kültürümüz, sorunlarımızı konuşabilmenin yararını açıkça ortaya koydu. Bunun, her şey ve herkesten evvel, iktidara bir şey kaybettirmediği aksine artı sağladığını hissetmemek mümkün değil. Muhalefetten gelen her şeyi göğüsleyen ve açıklamaya çalışan yaklaşımı iktidara çok yakıştı.
İktidar ile muhalefetin farklı bakış açısı ve yer yer görüşlerine karşın aynı düşüncede buluşmaları onlar için bile sürpriz olmadı değil. Neresinden bakarsanız bakın aklın yolunun bir olduğu bazen kaçınılmaz bir netice olarak önümüze çıkıyor.
TÜGVA ile İBB arasındaki tahliye krizinde CHP Grup Sözcüsünün hukukçu görüşü almak adına MHP'li Sultan Aşkın'a başvurması ana muhalefetteki eksikliğin bariz işareti olarak mı, yoksa iktidar temsilcisine duyulan güvene mi, ya da siyasi bir taktik mi sayılmalı takdiri kamuoyuna bırakalım...
Konusu açılmışken Sultan Aşkın'ın hukuk terminolojisinin canını çıkartırcasına açıklık getirdiği Gümüşyaka'daki spor kulübü ihale konusundaki sıkıntıyı anladım ama CHP'li Lütfü Vardar'ın siyasi hınçla hareket ederek anlatmaya çalıştığı şeyi nihayetinde meclisin sonunda sakinleştiğinde ancak algılayabildim. Vardar'ın, iktidarı sıkıştırmak amacıyla değil savunduğu konunun haklılık esasıyla aradığı çıkışlarda daha başarılı sonuçlar elde edeceği kesin.
Son meclisi konuşurken şunu mutlaka söylemek gerek; Sultan Aşkın'ın müdahaleleri çok yerinde, aydınlatıcı ve iktidarın haklılığını ortaya koyan nitelikteydi. Yani Vardar'ın Gümüşyakaspor çıkışı Sultan Aşkın'ın açıklamalarına çarpıp tuzla buz oldu. Kırılan parçaları da Yılmaz, geçmiş dönemin olumsuz örnekleri ve özellikle sahildeki çay bahçeleri ile ilgili gözettiği hassasiyeti söylemek zorunda kalarak temizliğe girişti. “Tüm spor kulüplerine destek olmak için uğraşırken Gümüşyakaspor'a nasıl bir defansım olabilir!?” içtenliğindeki sitemi ortalığı iktidar açısından tertemiz etti.
Kırsal Mahalle konusunda Celalettin Yazıcı'nın katkısı da iktidar adına çok yerinde ve faydalı oldu.
Samimiyetten daha güçlü bir ikna ve etkileşim aracı yoktur desek yeridir. O da parayla satılan bir şey değil ama özü herkesin içinde ve emekle, iyilikle çoğaltılabilir.
Bu dönemde meclis toplantılarımızın geneline baktığınızda muhalefeti anlamak için ilk başlarda Volkan Yılmaz'ın, “Siz kötüydünüz” sonrasında “Ben çok iyiyim” algısını hakim kılma çabasına bakmak lazım. İlkine CHP, “Kötü değildik” savunması ile karşılık verdi, ikincisine “O kadar da iyi değilsin” demek, hatta buna dair gerekçe aramak, bulmak ve kamuoyuna sunmak zorunda. İktidar iddiası adına her iki tutumun da anlaşılmayacak bir tarafı yok. Ancak anlam boşluklarında ara ara yolumuzu, yönümüzü kaybedebiliriz.
Birine sürekli ne kadar kötü olduğunu söylerseniz sonunda size bu husustaki becerisini göstermek durumunda bırakabilirsiniz. Psikolojide bunun bir karşılığı var mı bilmiyorum hayat tecrübem ve insan tanımalarıma dayandırıyorum bu tezimi. Bir antitezi olan buyursun!
Kendi iyiliğinizi de söylemekten ziyade göstermek, esasen hissettirebilmek meziyetlerin en güzeli ve faydalısıdır. Yapılan şey iyi de olsa kötü de fark ediliyor emin olun. İyilik içten işliyor, belki çok ortada değil ama yeri, izi derin.
Her olay ve kişinin sahip olduğu şartlarda değerlendirilmesi gerektiğini unutmazsak gerçeklere erişimimizi, hayat ve onun bize getirdikleri ile baş etmemizi kolaylaştırırız.
Tüm bu şamatanın içinden eğer tek sonuç çıkartmamız gerekirse de; “Önce Silivri” diyen Silivri'yle, “Önce partim” diyen partisiyle, “Önce ben” diyen de kendiyle baş başa kalır. Hesap bu kadar basit, sistem bu denli net!