Çiçekleri topladım yerden. Sıcak bir öğleden sonrası, neden bilmem buralarda küçük bir sahaf varmış gibi kalmış aklımda. İki insanın yan yana gelince birbirine yol vermek zorunda kalacağı kadar dar sokaklarda dönüyorum.
Kayboldum aslında. Terliyorum da bir taraftan, ince bir su akıyor sokağın ortasından, köpük köpük, deterjan kokuyor. Bağıra çağıra iki çocuk geçiyor yanımdan, koşuyorlar. Birinin terlikleri çıkıyor ayağından, dönüp alıyor.
O sırada görüyorum yerdeki çiçekleri, çiçek dediysem, gül.
Dalından yeni koparılmış gibi, nefes alıyorlar da hala canlılarmış gibi, öyle diri.
Çiçekleri topluyorum yerden, kim, neden atmış?
Atılmaktan çok hınçla yere çalınmış gibiler.
Buruk bir aşk hikayesi geliyor hemen aklıma. Küsmüştür bunlar, çocuk barışsınlar diye dokuz tane gül almış, evlerinin köşesinde kızın çıkmasını beklemiştir. Kız da tülün arkasından görmüştür çocuğu. Süslenip çıkmıştır evden, delikanlı çekingen yaklaşmıştır yanına… Ne kabahati varsa artık?
Uzatmıştır gülleri, kızın gözleri dolmuştur fakat belli etmemiştir.
Şaşkınlıktan önce gülleri almış tam koklayacakken ben ne yapıyorum demiştir kendi kendine.
Yere çalmıştır gülleri, üzerlerine basmıştır. Güllerin suçu ne halbuki?
Kız bir tarafa, delikanlı bir tarafa yürümüştür, sıcak zaten.
Elimde gönül kırığı dokuz gül.
Dar sokak bir meydana çıkıyor, çınar ağaçları, kestane ağaçlarının altında tarihi bir çeşme. Çeşmenin arkasında terk edilmiş bir okul, okulun bahçesinde kocaman bir kral ağacı, kral ağacında leylek yuvası.
Serçeler, guguççuklar cümbüş.
Tarihi çeşmenin tam karşısında, yan yana bir bakkal ve kafeterya var.
Çatıya iliştirilmiş küflü çengele, plastik topların içinde olduğu sarı büyük bir file asılmış. Mavi boyalı çerçevelerin arasında kalmış ince camlar tozlu.
Kerpiç duvara, kapının hemen üzerine tutturulmuş tabelada; gazoz olma efsane ol yazıyor.
Gülüyorum kendi kendime, kafeteryadan içeriye giriyorum.
Beyaz saçlarını topuz yapmış iri bir kadın karşılıyor beni.
Neden güldüğümü ne bilsin, o da gülümsüyor.
“Bahçemiz de var” deyip yürümeye başlıyor, ben de peşinden.
Kesme taş duvarların çevirdiği büyük, aydınlık bir bahçe. Kiraz, vişne, erik ağaçları, köşede, çakmak taşlarından dişleri dökülmüş eski düven. Orta yerde içine ortanca ekilmiş ve rengarenk boyanmış bir at arabası. Testiler, amforalar, duvarlarda kurumuş deniz yıldızları, balık ağları…
Ağlat ağacının altına konmuş masaya oturuyorum, ayaklarımın dibinde yeşile boyanmış alçıdan bir kedi var, gözleri kırmızı.
“Güller benim mi?”
Size aldım diyorum, beyaz saçlarını topuz yapmış iri kadına.
Arkasını dönüp gidiyor çok geçmeden de içine su koyduğu yeşil porselen bir maşrapayla geri geliyor.
Gülleri gelirken yolda buldum.
“Tabi tabi!
Ne desem boş şimdi, elimde güllerle gelince, o da buruk bir aşk hikayesinin kahramanı yapıverdi beni.
Garip olan, benim de o kısacık anda öyle hissetmem.
Gümüş olduğunu tahmin ettiğim hafif kararmış tepside, sipariş ettiğim şekerli Türk kahvesi, çay tabağına konmuş pembe kuş lokumları ve içine taze nane atılmış buz gibi soğuk suyu getirip masaya bırakıyor.
“Bazen olmaz” diyor giderken.
En son iki yıl önce gelmiştim, buralarda küçük bir sahaf varmış gibi kalmış aklımda?
Kadın duruyor, gözlerinden gri bir bulut geçiyor
“Babamın küçük bir sahaf dükkânı vardı fakat öleli neredeyse kırk yıl oluyor!”
İçinde güllerin olduğu yeşil porselen maşrapayı eline alıyor sonra;
“Kavga ettiklerinde babam da anneme barışmak için dokuz tane gül alırmış!”
Kız bir tarafa, delikanlı bir tarafa yürümüştür, sıcak zaten.
Elimde gönül kırığı dokuz gül.
Güller sizin!