Donuk, boş gözlerle bakıyordu. Ara sıra yüzüne bir gülümseme yayılıyor, engebeli sayılabilecek küçük tepelerden oluşan boş bir arazide sıra sıra uzayıp giden yeni mezarlara bakarak “İki kızım ve karım oradalar” dedi. Otuz, otuz beşlerin de görünen adamın rahatlığı hepimizi rahatsız etmişti. Hatta doğru söylediğine şüpheyle bakanlar oldu arkadaşlar arasında.
17 Ağustos 1999 depremi üzerinden henüz dört gün geçmişti. Ülkenin dört bir yanında organize olmuş belediye ve sivil toplum kuruluşları yardıma koşmuştu. İlk günler devlet yetkilileri dahil kimse deprem sahasına ulaşmamıştı. Çadır kent kuracağımız Adapazarı'nın kenar mahallerinden bir bölgeye yönlendirildiğimizde yerle bir olmuş mahallelerden geçiyorduk.
Yerle bir olmuş bir şehir. Kum yığınlarına dönmüş binaların hemen ilerisinde kökünden kesilmiş bir kavak ağacı gibi temeli doksan derece havaya kalkmış bloklar görünüyordu. Üst iki katı dev bir testereyle kesip yan tarafa savrulmuş evlerin, beş kat iken, üç katı yere gömülüp son iki katı sağlammış gibi duran sıra sıra binaların yanında yöresinde kereste istifler gibi üst üste yığılmış, kolonları un ufak olmuş kiriş yığınlarının arasında geçtik.
Yüreğimiz ağzımızda Çark Caddesinde geçerken sağa sola ayrılan sokaklar bitişik nizam binaların yıkıntıları sokakları kapatmıştı. Yaya olarak bile girmenin mümkün olmadığı moloz yığınları, kurtulmanın ve kurtarmanın mucize olduğunun açık kanıtıydılar. Henüz saat sabahın onu olmuştu ki Ağustos sıcağı ölümün sindiği moloz yığınları arasında görünmez bedenlerin ağır ve dayanılmaz kokularını açığa çıkarıyordu. Dağıtılan maskeler hava ısındıkça nefes almayı zorlaştırırken, çıkarınca dayanılmaz ceset kokusu, insana kontrol edilemez bir refleksle çok uzaklara kaçma hissi uyandırıyordu.
Çadır kent kurulum alanı olarak şehrin dışında bir okulun bahçesini gösterdiler. Hummalı bir çalışma başladı. Koordinatörün dışında kimse konuşmuyordu. Herkes şoktaydı. Arkadaşlar göz göze gelmemeye özen gösterircesine içlerine kapanmıştılar.
Öğleden sonra yemek molası verildi. İsteksizce ağaç gölgesindeki seyyar masaya sıralandık. Herkes şehrin girişinde bize katılan, kaçamak gözlerle ve birazda merakla eşini ve kızlarını kaybeden adama bakıyorlardı. Lokmaların boğazlara dizildiği bir sırada “Nasıl oldu?” diye bir ses duyuldu. Sorandan çok sorulana bakıyordu herkes. Adam, hüzünle yüzüne yayılan bir rahatlıkla “Bizim tek katlı bir evimiz vardı. Üç oda ve küçükte bir bahçe. Ben fabrikada çalışıyorum. Hafta sonları da yevmiyecilik yaparım. Depremde hepimiz uyuyorduk. Ne olduğunu anlamadım. Kendime geldiğimde yatağın yan tarafına düştüğümü hatırlıyorum. Yer yerinden oynuyor, ev beşik gibi sallanıyordu. Hiçbir şey yapamadım. Aklım durmuştu. Dua bile edemedim. Sarsıntı durdu. Kendimi toparlamaya çalıştım. Karanlıkta hiçbir şey göremiyordum. Karımdan ve kızlarımdan ses gelmiyordu. Karıma seslendim. Gardolabın yatağın üzerine düştüğünü anladım ve ellerimle yokladım karım altındaydı. Kızların odasına gidemedim. Kapı sıkışmış açamadım. Sabahın ilk ışıklarıyla kırılan pençeden dışarı çıktım. Kızların odasının tavanı çökmüştü.” Sustu.
Birçoğu kireçlenmiş, yeni biçilmiş tahtalarla işaretlenmiş uzayıp giden toprağa düşenlere bakıyordu. Deneyimli bir itfaiyeci bizi uyardı. “Bu kadar rahatlığına bakıp sakın ona bir şey söylemeyin derin bir şok yaşıyor. Kendine geldiğinde kıyamet o zaman kopacak” dedi. Belki de şanslıydı bilemiyorum. Karısı ve kızlarının birer mezarları vardı. Ya kum yığınlarına dönüşmüş yıkıntılar altında o dayanılmaz kokuyu yayan bedenler?
***
2020 yılının ilk ayına rastlayan zaman diliminde Türkiye'de Silivri, Manisa, ölüm ve yıkımla sonuçlanan Elazığ depremleri arka arkaya geldi. Türkiye sanki ilk defa oluyormuşçasına depremi hatırladı. Yer bilimcileri uyarılar üzerine uyarılarda bulundular. Siyasiler kahramanlık yarışına giriştiler. “Nasıl da yetiştik Elazığ deprem alanına” dercesine laf yarıştırdılar. Üst düzeyde imdada yetişenler saf saf namaza durdular sevabına. Kime kısmet olurdu devlet erkanının cenaze namazında cennet mekanı dualarına. Yardımlar gani. Yardım malzemelerine etiketini yapıştırıp, kamyonlara asılan afişlerle göstere göstere yardımseverlik yarıştırılırken, deprem bilimci Prof. Dr. Naci Görür'ün “Biz geliyorum diyen Elazığ ve köyleri için deprem projeleri hazırladık reddettiler” çığlığını muhalefet dahil hiçbir yetkili duymadı bile! Hamaset, kadercilik galip geldi bir kez daha. “Kızılay soygunu” saçılmasa, bilcümle minnet ve şükran duyacaktık erkana. Taktiri ilahi işte, bu da geldi başa.
Siz hiç Silivri'nin Büyükçekmece'nin Avcılar'ın Bakırköy'ün Fatih'in, Beyoğlu'nun Zeytinburnu, Şirinevler, Güngören, Esenler.. gibi mahallelerine gittiniz mi? Elli ile yüz yıl arasında bitişik nizam yaşlı evlerin dar sokaklarında geçtiniz mi? Hatta oralarda bir yerlerde akrabanız, dostunuz, tanıdığınız var mı? Yoksa AKP'nin 25 yıllık beton “ihanetine” bakıp İstanbul'a bir şey olmaz diye düşünenlerden misiniz? Ya da “Bizim evi yapan müteahhitte aynı binada da oturuyor, bina kötü olsa adam bizimle oturur mu?” diyenlerden misiniz? Dahası “Kaderde ne varsa o gelir başa, her şeyi devletten beklememek lazım herkes baksın başının çaresine” gibi devletten, milletten, umudunu kesmiş çaresizliğe teselli arayanlardan mısınız? Öncesini es geçip, sonrasına iki günlük kurtarıcı eğitimi alma telaşında mısınız? Kendinizi canınızın istediği yere koyabilirsiniz ama bilimin, adaletin, yaşamın peşinden giderlerin söyleyecek sözü elbette vardı, var olmaya da devam ediyor.
Zamanı saati belli olmamakla birlikte, tüm Marmara Denizi çevrecinde milyonlarca insanı tehdit eden geliyorum diyen İstanbul depremine hazırlık için iki şeye sığınırsınız. Birisi çaresizliktir. Kedere sığınır otur beklersiniz. İkincisi görev ve yetkileri yurttaşların can ve mal güvenliğini korumak ve kollamakla görevli devletten istersiniz. Gerekli tedbirleri olmasını beklersiniz, olmadı talep edersiniz, olmadı demokratik baskı kurmak için yurttaşlık hakkınızı kullanırsınız. Bu iş devlet kapısından iş beklemeye benzemez. Can pazarıdır bu.
SAVAŞA DEĞİL, DEPREME BÜTÇE talebiyle ÇİMER'ın, ilgili bakanlıkların, valiliklerin, kaymakamlıkların ve belediyelerim kapısına dayanmazsak “canlarrr kaybedeceğiz.”
Geliyorum diyen depremlerde, can ve mal kaybının birkaç dakikada kitle katliamına dönüşecek bir felaketi önlemek için “savaşa değil, depreme bütçe” istemek en temel insan, yurttaş ve yaşam hakkıdır. Savaşların bilerek, tasarlayarak tahammülden ölmek ve öldürmek olduğunu bilmeyen yoktur. “Yurt savunması değilse savaş cinayettir” diyen M.Kemal Atatürk'ün kurucu aklı, geliyorum diyen depreme 17 Ağustos depreminden bu yana kulağının üzerine yan gelip yatıp sonra işi kadere bağlayan, ülke kaynaklarını savaşa, yandaşa, candaşa pay edenlere tarih ne der? “Savaşa değil, depreme bütçe” talep etmeyenlere ne der?
NE YAPMALI?
Tüm demokratik parti, dernek, oda, sendika kurum ve kuruluşlar deprem öncesi hazırlıkların “toplumsal bir seferberliğe dönüştürülmesi” için acilen her türlü ön yargıdan arındırılmış, ortak akıl ve eylem planları program geliştirmelidirler. Öyle Arama kurtarma, mucizevi kurtarma kahramanlıkları için değil, Ölmeden önce, yıkımın altında kalmayacağımız aklın ve bilimin ışığında gidenlere ihtiyaç var.
Riski yüksek mahalle ve konutlar öncelik sırasına göre derhal boşaltılmalıdır. Güvenli bölgelerde geçici çadır veya konteyner kentler kurulmalıdır. Ranta dönüşmeyen, devletin ve kurumlarının doğrudan yapımını üstleneceği, demokratik sivil kurumların gözetim ve denetiminde, tamamen şeffaf kentsel dönüşüm başlatılmalıdır. İlçe İlçe mahalle ve sokaklarda organizasyonlarla halk örgütlenmelidir. En hızlı şekilde toplumsal dayanışma hiçbir şaibeye yer bırakmayacak açıklıkta eyleme geçirilmelidir.
Öldürmek ve cezalandırmak için değil, yaşatmak ve korumak için toplumsal seferberlik ilan edilmelidir. Devlet bunun için vardır. Anayasa, yasaların hükmü, seçilmiş ve atanmış olanların değeri yurttaşın can ve malının korunmasıyla sınanır. Bütün bilim insanlarının “tehlike kapıda” çığlığına kulağınızı değil, varsa yüreğinizi açın. Suriye ve Libya bataklığında kahraman çıkmaz. Kim kahraman olmak ve tarihe adını altın harflerle yazdırmak istiyorsa işte meydan.