Geçen yazıda uzun soluklu miras bırakmaktan söz etmiştik. Şimdilerde pek mühimsemediğimiz. Mirastan anladığımız tarla, arsa olunca bu bahsi açmak kadar anlamak da zor.
Geçen yazıda, günümüz mimarisini, etrafta gördüğümüz ‘'yüksek'' adeta arşa değmek isteyen yapıları işaret etmiştik. Maalesef, bununla kalmıyor bugünkü vaziyet. TV reklamlarından da biliyoruzdur, bu işin içine çeşni gibi biraz da maneviyat mı katılmak istenmiş bilinmez ama, dev binalarla Allah yazanları gördü bu gözler.
Ah kardeşim, bunu yapmakla ne amaçlıyor, ne umuyorsun? Neye katkıda bulunuyorsun? Veya şöyle revize edelim: bunu yapmakla neler yıkıyorsun? Belki bir şey anlamışsın ama onu da yanlış anlamışsın, bu tastamam böyle bir şey.
Şekilde saplı kalan hançerlerden neler çekmedik ki. Önce ‘öz'ü kaybettik. Sonra ‘öz'ün parçası olan kendi özümüzü.
Varlığıyla, çokluğuyla, kendinden az variyeti olan üzerinden görmeyi sevdiği sözde gücüyle övünen insanın hikayesi insanlık tarihi kadar eski belki de. Ama gidenler gittiler işte. bugün memleketiçin, millet için, dünya için, insanlık için, mevcudât için yaptığımız her şey kadar yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.
Bir dakika eksik düşünürsek, sorumluyuz.
Bir fidan az dikersek,
Hakkı, doğruyu çağıran bir cümle eksik edersek,
Madden, siyaseten değil; ruhen v mânen yumruk yapmazsak,
Bir çocuk, hoyrat yetiştirirsek,
Bir şiir az söylersek,
Bir cesaret yürüyemezsek,
Bir yol az açarsak,
Hakkımız olanı almak için sesler kısılıncaya kadar bağırmazsak,
Ama yine de “sesi değil, sözü yükseltmenin'' yüceliğine inanmazsak,
Ne olursa olsun, bayrağa, toprağa, anaya, Anadolu'ya, askere, şehidin yoluna, bir çocuğun ilk hecesine, bir Çalıkuşu'nun ilk görev telaşına hep aynı inançla sarılmazsak,
Hangi sebeple olursa olsun, ilimden mahrum kalmış çocuklardan, gençlerden,
Bir eksik yetişmiş ferdden,
Bir ağlayan yetimden,
Bir, cennete layıkken hoyrat ele düşmüş kadından,
SORUMLUYUZ!
Dünyanın neresinde olursak olalım, insan oldukça tüm bunlar da olmaya devam edecek. Gönderiliş gâyemiz, kendini tamamlayacaktır. Görevimiz bitince sessizce gideceğimiz gerçeği gibi.
İnsanı göklere çıkaracak olan, inşa ettiği gökdelenler değil, hatta yükselmek de değil, hakiki bir derinlik arayışıdır.
Atalarımız da mimariyle ilgilendi, şeref örnekleri verdiler. Mimar Sinan bugün hâlâ sırrı tam olarak çözülememiş, asırlardır dik duruşunu, yüceliğini koruyan eserleriyle tarihe ser-levha yapıtlar bırakmış bir isim. Bugün olsa, günün yenilik ve teknolojilerini de kullanarak neler yapardı düşünmek lazım. İşi yalnızca bina inşa etmek miydi, yoksa ardında başka maksatlar saklıyor muydu? Bugün olsa, konut işine girer bire yüz alır mıydı, düşünmek lazım… Tanpınar; Süleymaniye için şöyle söylüyor: “Atalarımız bu eserleri inşaat olsun diye yapmıyorlardı, ibadet için yapıyorlardı.” şimdi düşünelim; biz bugün kafamızın içini mi cüzdanlarımızın içini mi önemsiyoruz? Bu tevazu ve bilinçle eser vermekten neden bu denli uzaktayız? Banka hesaplarımız, bindiğimiz arabalar, yükselttiğimiz veya barındığımız binalarla yarına kalmak mümkün mü? Yarın zaten hiçbirimiz olmayacak, yarına kalmak niçin dert olsun ki? Çünkü bizden sonra tufan mı?
Sözümüz sabittir. İnsanın doğrusu varsa eğer, her yerde koşullar fark etmeksizin söyleyeceği de odur. Kafasının içinde, kalbinde, dost muhabbetlerinde, aile arasında, bir tv kanalında, bir kitapta, bir gazete köşesinde… “Takdir –i ezele teslimiz ama gayrete de aşığız.” ( Cahit Zarifoğlu )