Kış aylarının uzun ve ağır yükü altında ezilirken, hep yazın hayalini kurarız. Yaz, doğanın bizlere bahşettiği bir uyanış, bir tazelenme mevsimidir. Çiçeklerin renkten renge büründüğü, doğanın yeniden doğduğu bu dönemi büyük bir özlemle bekleriz. Her şeyin yeniden canlandığı, gökyüzünün derin maviliğinde huzur bulduğumuz bu mevsim, aslında insanın içsel arayışını da simgeler. Yaz, hayata dair umudun bir metaforudur; ancak ironik olan şu ki, yaz geldiğinde, o özlemle beklediğimiz anların tadını çıkaramadan, zaman elimizden kayıp gider. İçimizde bir huzursuzluk büyür yazla beraber. Bir telaş, bir acelecilik çöker üzerimize. Sanki her şey hızla akmaktadır ve biz de bu akışa ayak uydurmak zorundayızdır. Bu telaş, insanın kendi varoluşuna dair sürekli bir arayış içinde olmasıyla özdeş bir kaygıdır. Oysa ki, ne kadar acele edersek edelim, o anların tadını gerçekten çıkarabildiğimizi söylemek güçtür. Hayat, yazın gelip geçişi gibi, sürekli bir devinim halindedir. Her şey hızla akar ve biz, o hızla akıp giden zamanın içinde kayboluruz. Çiçekler açar, dünya mis gibi kokar, ama biz çoğu zaman bunu fark etmeyiz bile. Çünkü zihnimiz, sürekli bir yerlere yetişme arzusuyla doludur. Mevlana'nın dediği gibi, “Dünya bir yankıdır; ne verirseniz onu duyarsınız.” Biz de bu yankıların içinde kayboluruz. Her şey hızla geçerken, biz bir yandan bu geçişin farkındayızdır, bir yandan da onun içinde savruluyoruzdur. Hayatın kendisi de böyle değil midir? Zamanın akışı karşısında insanın çaresizliği, varoluşun en temel sorunsalını bize hatırlatır: Yaşam, sürekli bir geçiştir ve bu geçişlerde kaybolmadan, her anın farkına varmak insanın en büyük sınavıdır. Yaz mevsimi, belki de bu sınavın en keskin halidir. Üç ay boyunca süren bir mevsimdir yaz, ancak biz o mevsimi tam anlamıyla yaşayabilmek için yeterince durup dinlenmeyiz. Hayaller kurarız; çiçeklerin kokusunu almak, denizin tuzlu sularında kulaç atmak, gökyüzüne bakıp sonsuzluğu hissetmek… Ama ne yazık ki, çoğu zaman bu hayaller gerçekleşmeden yaz gelip geçer. Yaz, varoluşumuzun hızla akan bir metaforudur: Bir var, bir yok. Bu geçişi anlamlandırmak, insanın zaman karşısındaki acziyetini de anlamaya çalışmaktır. Zaman, durmadan akar. Bizse bu akışın içinde, kendimizi bir yerlerde bulmaya çalışırız. Ama her zaman olduğu gibi, mevsimler de hızla değişir. Yazın sonunda eylül gelir ve içimizdeki huzursuzluk artar. Bir başka deyişle, Sartre'ın varoluşçu felsefesinde de ifade ettiği gibi, “İnsan var olur, sonra kendini tanımlar.” İşte yazın bitimi, bu tanımlama sürecine girişin sembolüdür. Eylül ayı, insanın hızla akan zaman karşısında kendini yeniden bulmaya çalıştığı, varoluşsal bir sorgulamanın başlangıcıdır. Yazın bitmesiyle birlikte, dolabımızı uzun kollu kıyafetlerle doldururuz. Hem ruhumuz hem de bedenimiz bu yeni geçişe uyum sağlar. Yavaşlarız, duruluruz. Bu yavaşlama, belki de insanın varoluşsal arayışının bir parçasıdır. Tıpkı Heidegger'in söylediği gibi, “İnsanın varlığı, zaman içinde anlam kazanır.” Zamanın bu hızlı akışına rağmen, bir yandan da her anın derin anlamını kavramak, insanın en büyük içsel mücadelesidir. Yine de, insanın her anın tadını çıkarabilmesi ne kadar zor bir şeydir! Bir sonraki yazı beklerken, hayallerimiz hep ulaşamadıklarımızda kalır. Nietzsche'nin “Ebedi dönüş” kavramında olduğu gibi, bu döngü her yıl tekrar eder. Yaz gelir, yaşanır ve hızla geçer. Ancak önemli olan, bu döngüde her seferinde daha bilinçli bir farkındalıkla var olabilmek, her mevsimin kendine has tadını çıkarabilmektir. İşte bu, insanın gerçek gücüdür: Hızla akan zamanın içinde kendini bulabilmek, varoluşun anlamını kavrayabilmek. Yazın sonu geldiğinde, bir sonraki yazı düşünmeyi unuturuz. Ama hayat, sürekli bir geçiştir. Ve her geçiş, bize varoluşumuzun derin anlamlarını hatırlatır. Eğer insan her anın tadını çıkarabilecek kadar güçlü olsaydı, bu döngüler içinde kaybolmaz, her mevsimi kendine has bir bilinçle karşılar ve yaşardı. Ancak gerçek şu ki, çoğumuz için hayat, hızla geçip giden bir yaz gibidir. Gözümüz hep ulaşamadıklarımızda, aklımız ise hep kaçırdıklarımızdadır.