TARLADAKİ SIR
Sıcak bir Temmuz günüydü, küçük ve sarsıntılı olan traktörün kabininde, dedemin hemen yan tarafında başım arka cama dayalı bir şekilde metal silindirlerin buğday saplarını parçalayışını izliyordum. Ben bu tarlayı hep garip bulmuşumdur çünkü öteki tarlalar hemen hemen dümdüz olduğu halde bu tarla çok dik bir tepenin üzerindeydi hatta bazen traktörler yokuşu çıkmakta zorlanırdı, daha bir iki hafta öncesine kadar bu tarla altın sarısı buğday başakları ile göz alabildiğine doluydu, hatta öyle güzel görünürdü ki esen rüzgarla dalgalanan başakları engin bir denizdeki dalgalara benzetirdim. Şimdi ise biçilen buğdaylardan arta kalan sapları bu arkamızdaki alet ile parçalıyorduk, eskiden insanlar bu sapları yakarak tarlalarını hazırlarmış dedemin anlattığına göre bu yakma işlemi toprağa ve canlılara zarar verdiği için artık yasaklanmış.
Ben bu düşüncelere dalmış bir şekilde bakınırken birden traktörün büyük arka tekerleklerinin arasında bir karaltının olduğunu fark ettim. Tam dedeme sesleniyordum ki traktörün arkasındaki alet büyük bir gürültü ile o karaltıya saplandı ve bizde feci bir sarsıntı ile durduk neredeyse küçük koltuğumdan yere düşüyordum.
Dedem ile beraber traktörden aşağıya indik, aletin nereye saplandığını gördüğümüzde neredeyse şaşkınlıktan dilim tutulacaktı. Metal silindir toprakta yuvarlak bir taşı kırmış ve aletin yarıya yakını o taşın içine girmişti. Dedem traktör ile bir ileri bir geri epeyce uğraştıktan sonra aleti çukurdan çıkartmayı başardı ve beraber o çukurun başına gidip yukarıdan bir göz attık.
Kırılan taş sanki bir kapıyı andırıyordu ve aşağıya doğru inen eski taş bir merdiven gözüküyordu, oldukça heyecanlanmıştım hemen traktöre koşup alet çantasından el fenerini getirdim. Dedem oraya inmemizin tehlikeli olacağını söyledi ama ben durur muyum yalvar yakar dedemi ikna ettim ve o önde ben arkada merdivenden inmeye başladık. Merdivenin bir yanı duvardı, merdivenin basamaklarını elimle tuttuğumda evlerimizdeki merdivenler gibi düz olmadığını oldukça pürüzlü olduğunu hissettim sanki kayayı oymuş ve yontarak bir merdiven yapmışlar gibime geldi. Merdiven sola doğru dönerek aşağıya iniyordu tam olarak kaç basamak indiğimizi hatırlamıyorum sanırım 15 belki 20 basamaktır sonunda zemine varmıştık. Yukarıya doğru baktığımda kırılan kapaktan gelen güneş ışığını görebiliyordum. Önümde duran dedem el fenerini tam karşıdaki duvara tutuyordu, arkasında olduğumdan tam olarak görebilmek için yana çekildim ve bir kez daha şaşıp kaldım.
Tam karşımızda hemen hemen benim boyumdan biraz daha kısa bir geçit vardı, dedemin elinden feneri alıp geçidin üstüne, sağına, soluna göz gezdirdim. Üstünde anlamadığım bazı yazılar yazıyordu bazılarını matematik derslerinde ki roma rakamlarına benzettim X V rakamlarını tanıdım ama üçgen ve yan yatmış M (S) harflerini ilk kez görüyordum.
Dedem artık geri dönelim dediğinde ben yine olmaz hadi gidelim diye tutturdum, dedem önde hafiften eğilerek oflaya puflaya geçide girmeye başladı ve tabii bende hemen arkasından. Geçit çok uzun değildi 4 ya da 5 metre olabilir, bittiğinde kendimizi büyük bir odada bulduk elimizdeki fener olmasa hiçbir şey göremeyecektik. Dedeme biraz daha sokuldum hafiften korkmaya başlamıştım. Dedem ışığı duvarlarda gezdirmeye başladı bu oda hiçbir yere açılmıyordu. Acaba neden yapılmıştı diye düşünürken karşımızda onu gördük.
Yaklaşık iki metre boyunda vardı, elinde ucunda artı işareti olan uzun bir sopa tutuyordu sanırım bu bir haç olmalıydı. El fenerinin pili azalmış olsa gerek sürekli kapanıp duruyor, birkaç kez sallayınca tekrar yanıyordu. Fener tekrar yandığında Işığı başına doğru tuttuk ve başında bir taç olduğunu gördük o kadar süslüydü ki ışık vurduğunda odanın içi rengarenk ışıklarla doluyordu. Dedem bu adam kim acaba diye söyleniyordu ama ben onu daha önce görmüş gibiydim. Evet nerede gördüğümü hatırlıyordum geçtiğimiz günlerde babam ile birlikte izlediğim İstanbul'un fethi belgeselinde görmüştüm bu oydu son Bizans imparatoru Konstantin. Yaklaşık iki metre önümüzde duran bu heykele yaklaştım ve dona kaldım bu som altından yapılmış bir heykeldi. Gözlerim heykelin aşağısına takıldı, yoksa bunlar çizme miydi evet evet kesinlikle çizmeydi. Altın heykeli gerçek çizmelerin içine koymuşlardı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u fethettiğinde, imparator kendi halkı ve askerlerinin arasındaki kargaşada ezilerek ölmüş ve cesedi bu çizmeleri sayesinde tanınmıştı. Fenerin ışığını daha da yaklaştırdım evet gerçekten çizmeler mor renkteydi bu rengi sadece imparator giyebilirdi. Karşımızda bir tarih ve bir hazine duruyordu sevinçle;
- “Bulduk dede!” “Bulduk işte!” diye bağırmaya başladım.
Arkamı döndüm fakat dedem neredeydi? O anda içimi bir korku kapladı;
- “Dede” “Dedeciğim neredesin?” diye bağırmaya başladım.
Elimdeki fenerin pili sonunda bitmişti ne kadar sallasam da yanmıyordu. Bu zifiri karanlıkta içeriye girdiğimiz geçidi nasıl bulacaktım. Gözlerimi kapatıp odayı kafamda canlandırmaya çalıştım. Sonra onun sesini duydum ;
- “Doruk, Doruk” diyordu.
Sarsıldığımı hissettim gözlerimi açtığımda güneş ışığından gözlerim kamaştı. Ne? Neredeyim ben? Burası traktörün içi değil mi? Dedemlerin evin önündeyiz.
- Dedem ; “O kadar tatlı uyuyordun ki uyandırmaya kıyamadım. Tarla işi bitti hadi şimdi traktörü yıkayalım” dedi.
Ve böylece hayatımda gördüğüm en heyecanlı rüyadan uyanmış oldum.
- “Bekle dede hortumu ben tutayım...”
Doruk Ülke GÜL/ Odak Okulları/3-A Sınıfı