İnsanların dünyayı daha iyi anladığı zamanlar oluyor. Bazen gidenin bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışırken, kaybedişlerde, başlamanın az öncesinde, anlama ve anlamlandırma uğraşlarında. Gülerken, ağlarken, umarken, ararken, bulmuşken…
Tüm benliği sarıveren farkındalık hali.
Gerçeği anlama, kabullenme.
Zaman lazım!
Kaçıyorsun o vakit. Kimine iki gün yetiyor da kimininki bir hayat sürüyor.
Kendi içine saklananlar. Fırtınayı atlattıktan sonra sakin bir limana demirleyenler. Bağ evleri, köy evleri, ormanın en kuytusuna yapılan derme çatma kulübeler.
Geceleri kendi yaktığın ateşle, gündüz denizle dertleşmeyeceksin de ne yapacaksın?
Diktiğin domateslerle yaptığın salata, soğanlar da bahçeden, asma altında uyuya kalmamış mısın? Seneye bostanı biraz daha büyütmek lazım. Telefon da çekmiyor, baksana sen!
Yağmur başlıyor, yeşil zar gibi bir çadırın içindeyim, karşımda deniz. Gece, karanlık, hafif, can yakmayacak gibi bir rüzgâr var.
Nerelerden geliyor, kimleri gördü, ne hikayeler biriktirdi kim bilir?
Sessiz zamanlarda dalgaların sahile vuruşuna takılırım sürekli, çakıl taşlarının yuvarlanarak kumsala sürüklenmesi, tekrar denize dönüş, tekrar, tekrar…
Hayat da tekrarlardan ibaret.
Yaşadığını bir daha ve bir daha.
Öğrenene kadar, ders alana kadar. Olmadı?
İnsanların kendi gündemleri olmalı diye geçiriyorum içimden.
Başkasının dillendirdiklerini konuşmamak, yalancı girdaplarda kaybolmamak, hastalıklı düşünceleri yaymamak.
Herkesin bildiği bir dünyada bilmemekten daha büyük bir erdem mi var?
Yağmurun tıpırtıları hızlanıyor, uyusam şimdi. Gözlerimi açtığımda sabah olsa, ateşi yaksam tekrar. Yok yok önce denize girsem, bir titresem şöyle, dişlerim takırdarken ruhlu bir ateş yaksam! Çakmak taşı ile mi olur artık? Magnezyum çubuğuyla mı?
Zor olacak ki, kıymeti bilinsin, sönecek diye bir korksun insan.
Kara dipli çaydanlık, fokurdayan suyun sesi, yumurta da haşlarım.
Yaş ilerledikçe şaşırmayı ve hayret etmeyi özlüyor insan.
Kişi kendisini bilmesinden belki sarı şeritlerle ayrılmış güvenlik çemberlerinin orta noktasını bulan kepengi indiriyor.
Dudak payı ile esneme payı arasına sıkışmış, antideprasanlar sayesinde nefes alıp veren modern toplum!
Görün beni, beni de görün çığlıkları içerisinde bilmekten nasibini almamış tarla kuşları!
Sosyopat saksağan. Empati yapmaktan yoksun fırsatçı tarla faresi.
Burnu düşse eğilip almayacak kibirzadeler.
Herkesin özel olduğu bir dünyada sıradan olmaktan daha büyük erdem mi var?
Olması gereken olur, ne oluyorsa en güzeli olur.
Çadırın tavanına bakarken dalmışım öyle, meşe odunu, yosun ve iyot kokusu burnumda.
Bir adam sende hali sinmiş üzerime.
Belki o halin üzerine ben de sinmişim, istemeyerek ve farkında olmadan.
Kocaman ve hiç bitemeyecekmiş gibi gelen bir gün var önümde.
Gülümsememe yol açan bir sevinç, saat beş.
Soğuk, sis inmiş denizin üzerine her tarafım tutulmuş laf aramızda.
Arkamda çam ağaçları, kumsal uçsuz bucaksız.
Dünya şu andan ibaret.
Dün yok, yarın yok ve sanki bu gezegenin tek yaşayanı benim!
Son isteğim suya girmek diyorum yüksek sesle.
Yolunu kaybetmiş bir martı geçiyor önümden, bir pancar motorun patpatları silkeliyor ruhumu.
Usullacık giriyorum denize.
Ciğerlerim ağzıma geliyor önce, tüylerim diken diken dönüp çadıra bakıyorum, o da bana bakıyor.
Geçmiş zamanların attığı çentiklere iyi geliyor tuzlu su hem örtüyor hem saklıyor.
Sessiz zamanlarda dalgaların sahile vuruşuna takılırım sürekli, çakıl taşlarının yuvarlanarak kumsala sürüklenmesi, tekrar denize dönüş, tekrar, tekrar…