“Ağabey hayatım boyunca şahit olduğum en tuhaf şeyi anlatayım mı sana?”
Misafiriyim, ince belli çay bardaklarına birer parmak rakı koymuşuz, toplasan iki etmeyen (daha önce bir hikayede kullanmıştım bu cümleyi) bir artı bir apartman dairesindeyiz. Eski eşiyle ilgili bir anı anlatacak galiba diye geçiriyordum içimden.
“Yazabilirsin de istersen.”
Eskisi gibi yazabiliyorum da sanki, okumak daha keyifli bu ara. Yaman Koray'ın hiç bilmediğim bir kitabını buldum. Annelerin En güzeli. Erdek'teki oteli merak eder dururdum, fotoğrafı var. Büyükada'daki evin yine siyah beyaz fotoğrafını da son sayfaya eklemişler.
Kasvetli bir şeyler dinleyecek durumda değilim açıkçası. Konuyu değiştiririm umuduyla, “küçük gelmiyor mu bu ev sana?”
“Yok ağabey aksine büyük bile.”
“Peynir çok güzelmiş.”
“Kırklareli peyniri, paçal”
“Geçenlerde Keşan'da bir meze yedim, pazı ayağı diyorlar.”
“Duymadım hiç.”
“Ben de duymamıştım ekşili bir şey hafif de acılı. Balkonda oturmuyor musun hiç?”
“Yok, aklıma gelmiyor.”
“Boğaz gören balkonum olacak da…”
Öyle olur ya hep, sahip olana kıymetsiz gelir. Olmayan kurar.
“Balığa çıkıyor musun ağabey?”
Onur'la gidiyoruz ama seyrek.
Tülü açıyor, boğazdan geçen gemilerin ışıklarına bakıyorum, karşı tarafta şehrin yanıp sönen ışıkları, sahile sıralanmış banklar, sokak lambası, biraz ileride balık lokantası.
“Nasıl ağabey manzara? Otellerden sonra hareketlendi buralar.”
İnce belli çay bardağı boşalıyor, bir parmak daha.
“Su?”
“Yok ben maden suyuyla içiyorum.”
Sonra anlatmaya başlıyor.
“Geçen yaz Bodrum'a tatile gidiyoruz, mola verdik. Bizimkiler kahvaltı ediyor ben kahve içiyorum. Yolun kenarına oturmuş bir köpek dikkatimi çekti. Bildiğin geçen arabaları sayıyormuş gibi, kamyonların arkasından da bakıyor. Köpeği dinlenme tesisinde unuttular da sahibini bekliyor herhalde diye düşündüm. On, on beş dakika geçti aradan, yol tenhalaştı, uzaktan da kırmızı bir kamyon gözüktü hızlı da geliyor. Ayaklandı köpek kamyonun önüne atladı. Şoför nerede duracak frene basacak zamanı bile olmadı, kırdı direksiyonu karşı şeritte bir arabaya vurdu. İki kişi varmış içinde. Köpek o kırmızı kamyonu beklemiş olabilir mi ağabey? Yoksa tesadüf mü?”
“Bilmem.”
“Bence bekliyordu.”
Konu değişti, onca konu varken; borsadan, asgari ücret zammından, enflasyondan, yeni senenin nasıl geçeceğinden, altılı masanın adayının kim olacağından, seçimlerin erkene alınıp alınmayacağından konuştuk.
Eskiden kızlardan konuşurduk!
Bana ağabey dediğine bakmayın aramızda iki yaş var.
Gençliğinde hercai bir delikanlıydı bu!
Hoş hangimiz değildik? Saçları da uzundu, bir ara küpe de taktı diye hatırlıyorum. Tek küpeden farklı farklı anlamların çıkarıldığı çocukluk günleri, bize sorarsanız delikanlıyız.
Hangi kulağı delik diye çaktırmadan kulaklarına bakıyorum. Belli olmuyor.
“Yaktırsana sen şu kulak tüylerini!”
Gülüyoruz.
Artı biri yatak odası yapmış, uyumaya gidiyor.
Doksanlı yılların şarkılarını çalan bir radyo istasyonu bulup, kulaklıkları takıyorum. Çalan şarkıdan sonraki şarkıyı tutuyorum.
Şansıma Ege çıkıyor, Yaz Aşkım.
Balkona çıktım bu arada bakalım manzara güzel miymiş?
Kimse kalmamış ortalıkta, lokanta kapanmış, sessiz, ışıkları da kapattım karanlık.
Her şarkının ayrı bir anısı olur ya, Ege'nin o albümü çıktığında (baktım şimdi Senden Uzak) askerim, Kırkağaç'tayım. Sabaha karşı üçte kaldırıyorlar mıntıka temizliği yapıyoruz. Zaman geçsin diye erkenden yatıyorum. Manisa'da Sipil FM var. Sony Walkmenin kulaklıklarını takıyorum. Döndür döndür Ege'nin iki şarkısını çalıyorlar diğeri Delice Bir Sevda.
Koğuşun, o detaylandırmak istemediğim kokusu geldi burnuma!
Şarkıyı dinlerken bir taraftan da hayıflanıyorum tabi, milletin yazlık aşkı var, biz kışlığı bulsak öpüp de başımıza koyacağız! Yazlığı ayrı, kışlığı ayrı… Olmasa şarkı yapar mı elin adamı?
Altıncı bölük aslanlarının horultuları arasında derdin güzelliğine bakar mısınız?
Boğazdan geçen irili ufaklı gemileri sayıyorum bir süre.
Sonra adalet üzerine kafa patlatıyorum, insan ettiğini buluyor mu gerçekten?
Öyleyse ederken sonunu neden kimse düşünmüyor?
Onca düşüncenin arasından Aral Gölü (denizi) sıyrılıyor.
Tarlaları sulasınlar diye iki nehrin Amuderya (Ceyhun) ve Siriderya'nın (Seyhun) yatağını değiştiriyor adamlar… Deniz kuruyor!
Paulo Coelho'nun Zahir adlı kitabından şu an bu yazıyı karaladığım deftere alıntı yapmışım.
“Büyükbabam bir zamanlar Aral Denizi'nin suyunun rengi nedeniyle “Mavi Deniz” olarak bilindiğini anlatır. O deniz artık yok ve orada yaşayan insanlar hala evlerini terk etmeyi ve başka bir yere taşınmayı reddediyorlar.
Onlar hala dalgaların ve balıkların hayalini kuruyor, hala balık oltaları var ve kayıklarla balık yemleri konusunda sohbet ediyorlar.”
Sokak lambasının altına bir köpek geliyor. Gözleri bende kafasını eğip oturuyor.
Olurken, yaşanırken normalmiş gibi geliyor insana da sonradan idrak ediyor bazı şeyleri.
“Az önce tuhaf bir hikaye dinledim” diyorum. “Anlatmamı ister misin?”