Dalgaların sahile bıraktığı ağaç parçalarından birini daha atıyorum ateşe. Yağmur çiseliyor, karanlık, nemli, kasvetli bir gece. Duvarları yüzlerden, gözlerden çadırın içinde, tepe lambasının aydınlığında kitap okumaya zorladım kendimi ama nafile. Uyku tulumunun fermuarını çekip uyumaya çalıştım, beceremedim.
Samimiyetten çok uzak bir duygu ile mücadele ediyorum.
Aklımdan geçen olumsuz, cımbızla ayıklamam gereken düşünceler var.
Kendi kendini tedavi etmeye alışmış her insan gibi bütünü görebilmek için yalnızlığa, denize, ormana sığındım.
Mola almak, uzaklaşmak, iç sesimi dinlemek, sorular, cevaplar…
Canı sıkılan ve cebinde çakısı olan her erkek çocuğunun yaptığı gibi ince bir dalı yontuyorum. Ucu sivriltilmiş dalları kuma saplıyor gölgesi deniz kabuklarından şemsiyeleri yan yana diziyorum.
Uzaklarda bir kamyonun gürültüsü bölüyor geceyi, nedenini bilmedikleri bir içgüdü ile evleri korumayı görev edinmiş köpekler havlayarak doğruluyor yattıkları yerden. Perdeyi aralıyor, sokağa bakıyor ayakları çıplak kadın, yatmadan önce çocukların üzerini örtüyor.
Baykuşun kanat seslerini duyunca meşe palamutlarını olduğu gibi bırakıyor ve saklanıyor sincap.
Gök gürlüyor, bir ağacın dili tutuluyor.
Başka bir ağaç dua ediyor orman ve balıklar için!
Geçmiş bir zamanda İstanbul'u dinleyen, meteliksiz bir şair düşüyor çukura.
Adı Deniz olan uzun boylu bir delikanlıyı asıyorlar, beşiği ile aynı ağaçtan yapılmış darağacına!
İhtiyar Balıkçı çekiyor tetiği.
Bugün Çanlar Kimin İçin Çalıyor sahi?
Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf kol kola kayboluyor sınırda. İçimizdeki Şeytan gülüyor.
Ahmet Erhan geliyor ateşin başına, konuşmadan birer sigara yakıyoruz karşılıklı.
Bir martı ağlıyor. Küçük İskender büyüyor içimde!
Kübalı bir balerini öpmek istiyorum. Nazım'dan habersiz!
Ait olmadığı toprağa atılmış tohum, ayrıkotu, devedikeni, ötsün ve sesi kulağa hoş gelsin diye gözleri kızdırılmış toplu iğne ile kör edilmiş tarla kuşu, Mavi Sürgün, Halikarnas Balıkçısı!
Zamana bırakırız.
Zaman tüm yaraları iyileştirebilir mi?
Yoksa yaranın ta kendisi mi?
Kabuk tutuyorsa iyidir diye düşünürüz.
Düşündüğümüz sürece kabuk tutmayacağını bilmeden!
Yıkılmaya yüz tutmuş, sıvaları dökülmüş, camları kırık, tek katlı bir eve her bakışımızda geçmiş de bize bakar.
Mahallenin dar sokaklarında her yürüdüğümüzde sokaklar da içimizde küçük adımlar atar.
Kaybettiklerimize benzer, aradıklarımıza dönüşürüz.
Tuğladan örülmüş baca.
Yosun tutmuş nemli kiremitler.
Sokak lambaları.
Gözler kapılarda beklenen yollar, bir insanın başka bir insan için ettiği dua.
Acı. Hayal kırıklıkları, gözyaşları, sevinçler.
Şimdi denizin kenarında otururken aklıma gelen, bir zamanlar sırtımı yasladığım söğüt ağacı, dere, dinginlik, huzur.
Yazıları silindiği için kimin başucunda sonsuzluğa mahkûm olduğunu bilmediğimiz mezar taşları.
Güvercinler, renkli bilyeler, dut ağaçları…
Ne olursa olsun doğan güneş, horoz sesleri.
Nasıl bir güne uyanacağını bilmeden gözlerini açmak.
Yapılanın değil, kimin yaptığının önemli olduğu sürekli aynı çağ, cilalı taş devri!
Çöl.
Uzun kavak ağaçlarının gölgesine saklanmış ayazmadan içtiğin buz gibi su.
Bostandan kopardığın karpuz, fısıldayan akasya ağaçları.
Gururun içine saklanmış kibir.
Sular çekildiğinde ortaya çıkan antik kent.
Kayalara çarpıp parçalanmış gemiler, kurtarılmayı bekleyen denizciler, amforanın içini yuva bellemiş ahtapot.
Önyargıdan örülmüş kalın duvarlar.
Renkli güneş gözlükleri.
Senin yerine başkalarının yaşadığı hayatlar.
Uzaktan izlemek.
Kulp bulmak başına gelene…
Ne olursa olsun bir arının gözünden bakabilmek çiçeğe…