Kalabalık…
İnsanların kokusu, kültürü, oturuşu kalkışı birbirine karışmış… Elimde tuttuğum bilet ile eşleşen koltuğa oturuyorum, yanımda kısa boylu, zayıf, siyah saçlı, beyaz tenli kadın, plastik bardakta mundar olmuş sözde çayı yudumluyor...
Sabahın altısında geliyorum, Yenikapı feribot iskelesine, her defasında havaalanı trafiğine şaşırıp kalıyorum, uyumuyor mu bu insanlar?
Nereye gidiyor bu insanlar?
Arabada oturuyorum biraz, her defasında koltuğa kıvrılıp kestirmeyi geçiriyorum içimden sonra cayıp Nero’ya gidiyorum…
Dinamit gibi, öğrenci olduğunu tahmin ettiğim bir kız var kasada, kaçta yatmış? Kaçta kalkmış, nasıl bu kadar güne hazır?
" Karnınız açsa, dereotlu poğaçamız var” diyor " tavsiye ederim”, " çayı da şimdi demledik!”
Serin, tepsi elimde hafif nemli, metal masalardan birine, gelen yolcuları görebileceğim bir yere oturuyorum…
Telaşlı adımlar, afyonu patlamamış gözler, azapmış gibi çekilen tıka basa dolu bavulların, küçük plastik tekerleklerine ait tıkırtılar, yürümek istemeyen, hala neden bu saatte kalktığını anlayamamış, çocukları sürükleyerek götürmeye çalışan anneler, ‘sizi mi bekleyeceğim’ der gibi bakan babalar…
Gözü yaşlı vedalar, kulağa fısıldanan tembihler; "gittiğin gibi ara emi, bak çok merak ediyoruz telefonun kapalı olunca, hadi ben neyse de baban çıldırıyor…”
Karınca sürüsü gibi; ‘Japonlar’ yazacaktım lakin…
Ne bildim Japon olduklarını?
Aynı boyda, neredeyse aynı kiloda, boyunları fotoğraf makineli ayakları sandaletli, meraklı gözlerle bakan, inceleyen çekik gözlüler…
Sahi bir de dört yavrusu ile oynayan anne kedi!
Feribot hareket ediyor, kitaplar, tabletler çıkıyor ortaya…
Dikkat ediyorum, her defasında gazete okuyanların sayısı azalıyor!
Oturduğum salonda ödünç isteyebileceğim kimse yok.
Anonslar başlıyor;
"Lütfen sigara içmeyiniz!”
"Lütfen çocuklarınıza sahip çıkınız!”
"Lütfen feribot seyir halindeyken araçlarınızın yanına inmeyiniz!”
Hemen solumda, dört bilemedin beş yaşlarında kumral bir çocuk ağlamaya başlıyor…
Anne umursamaz, belli ki evden çıkmadan önce tartışılmış! Baba elinden geldiği kadar pışpışlama, çocuğu susturma telaşında…
Çocuk ağlamaya devam ettikçe sinirler geriliyor sonunda ellili yaşlarda bir kadın olaya müdahale ediyor;
" ilgilensenize çocukla!”
Baba önce cevap vermiyor, duymazdan geliyor…
" Ne hakkınız var bu kadar insanı rahatsız etmeye!”
" Çocuk bu ağlar” diyor baba, sinirleniyor da… Annenin hala kulaklar tıkalı…
" Gezdirin bir çocuğu…”
" Size mi soracağım ne yapacağımı?”
Kadın ne cevap verecek diye beklerken arka koltuklardan topluca başka bir kadın giriyor devreye, ortaya yüksek sesle bağırıyor;
" Görün işte Türkiye’nin halini! Kimsenin kimseye tahammülü kalmadı! Ayıp ya! Geldiğimiz nokta ortada!”
Kimse, geldiğimiz noktada ne varmış? Çocuğun ağlamasını sen nasıl Türkiye’ye bağladın, hem sana ne oluyor? Demiyor…
Sinirler laçka olmasın diye feribotun arka tarafına yürüyorum…
Deri kıyafetli motorcular, kendi aralarında sohbet ediyorlar, bandanalar, fularlar; ‘ evli ve motorlu’ yazıyor yeleklerinin arkasında…
Ayakta durmaktan yorulunca, koltuğuma dönüyorum, ortalık süt liman…
Gözlükleri indirip, Mudanya’ya kadar kestiriyorum…
On beş dakika sonra Trilye’de Çamlı Kahve’deyim…
Masmavi… Dinginlik, sessizlik, demli çay, bakır sahanlara kırılan yumurtanın, iyodun kokusu...
Yalancı tatilin büyüsüne kapılıveriyor insan, kravatı ceketi bırakıp, okulu kırsın istiyor...
Sakal tıraşı olmam lazım…
Köşede, tam çeşmenin karşısında ahşap binanın alt katında bir berber olduğu kalmış aklımda, en son dört ay önce gelmiştim, o zaman vardı…
İlie’den öğreniyorum rahmetli olmuş berber…
Trilye’ye yaptığım ziyaretlerde ahbap olduk İlie ile zeytinyağı, zeytin, kolonya, kekik, sabun, öteberi satıyor, orta kahveler yapılıyor, İlie’nin dükkânında asılı, karakalem yapılmış kadın portresine getiriyorum sözü;
" Kim bu kadın?”
" Bilsek.”
" Hadi canım!”
" Gerçekten bilmiyoruz, eski bir Rum evinde bulmuşlar, getirdiler biz de astık! Güzel kadın değil mi?”
Güzelden çok hikâyesi olan bir kadınmış (hikâyesi olmayan kadın mı var?) gibi geliyor bana… Asil, naif, buralarda neler yaşadı kim bilir? İşi gücü olmayacak adamın, düşeceksin bu kadının peşine, kimmiş, neyin nesiymiş, ne yaşamış? Nerede ölmüş?
Sonra bin sekizyüzlü yıllardan kalma, bir bakkalın tuttuğu veresiye defterini koyuyorlar önüme Yunan harfleri ile inci gibi yazılmış...
Güya Yunanistan’dan gelip o defterde dedelerini bulan varmış!
Eski bir bakkal defterinde karalı, dedesinin borcunu öğrenince ne geçecek insanların eline?
Tabelasında Bursaspor Kuaförü Ersel yazan ‘eski’ olarak tanımlamanın yetersiz kalacağı bir dükkândan giriyorum içeriye, tek bir berber koltuğu, babasının kucağında bir çocuk saç tıraşı oluyor…
Duvarlarda santim boş yer yok.
Her yer, yeşil beyaz… Formalar, sararmaya yüz tutmuş fotoğraflar, gazete kupürleri, Bursasporlu futbolcular tarafından imzalanmış, çerçevelenip, koruma altına alınmış bir forma, Teksas atkıları, kitaplar, maç biletleri…
Bursaspor sevdalısı bir adamın şimdiye kadar biriktirebildiği her şey…
Kapının önüne bırakılmış, yeşil beyaz renklere boyanmış, üzerinde Bursaspor yazan motosikleti de unutmamak lazım…
Sıra bana gelip de koltuğa oturduğum zaman sırf muhabbet olsun diye, Ersel’e Bursaspor’un tüm maçlarına gidip gitmediğini soruyorum…
Uzun zamandır deplasmanlara gitmediğini fakat Bursa’da oynanan maçları kaçırmadığını söylüyor…
Hangi takımı tuttuğumu, nereli olduğumu soruyor… Fatih Terim’in kulaklarını çınlatıyoruz…
Hollanda’ya iki sıfır yenilmemiş henüz!
Umudum var diyorum, Hollanda’yı yeneriz, Brezilya’ya gideriz diyorum
" Hayırlısı” diyor ayrılırken...
Akşamüzeri koltuğumun altında kestane şekeri kutusuyla biniyorum feribota, yine kalabalık, yine aynı anonslar...