Ali Gülcü

Yazlıktaki yalnızlık

Daire ikinci katta. İçeriye girebilmek için dışarıdan on yedi basamak tırmanmak gerekiyor. Eski kapı ahşap, nemden şişmiş. Anahtarı çeviriyorum fakat inat ediyor, omuzluyorum, keskin bir gıcırtı ile açılıyor. Evde unutulmuş, bırakılmış ne varsa kokuları birbirine karışmış, korkunç. Eşikte kararsızlıkla duruyorum.
Neden bilmem yazlıkların mutfakları küçücük oluyor. ‘Dönemezsin' derler ya öyle. Oturduğun yerden kalkmadan yemek yapabilir, buzdolabından istediğini alabilir, bulaşıkları yıkayabilir ve üzerine eski bir kilim atılmış sedirde uyuyabilirsin de.
Kumaş parçalarından örülmüş mü, dokunmuş mu artık bu kilimden bizim eski evde de vardı.
Kapıları, pencereleri açıyor üstünkörü temizlik yapıyorum. Sayfaları sararmış fi tarihinden kalma gazeteler. Hasır sepetin içinde çürümüş soğan ve sarımsaklar, yarısına kadar içilmiş bir meyve suyu kutusu, buruşturulmuş ve akla gelebilecek her yere atılmış sigara paketleri. Sonbaharda dökülen yapraklara dönmüş tüller, daracık hole üst üste sıralanmış kitaplar, kirli camlar…
Plaklarını dinleyebilir miyim diye özellikle izin istedim. Bundan on yıl önce olsa “Elleme sakın” derdi. Zaman geçtikçe bazı şeyler önemini yitiriyor besbelli.
Liseye giderken sanıyorum son sınıfta harçlıklarını biriktirerek almıştı bu sehpanın üzerinde duran pikabı (nasıl harçlık veriyorlarsa artık) çok değerliydi. Nerede yanına yaklaşacaksın da dokunacaksın. Technics. Şarkılar da çok kıymetliydi o zamanlar! Ulaşmak çok zordu. Police'nin Every Breath You Take diye bir şarkısı vardı, çalsın diye yalvardığımızı hatırlıyorum.
“Bıkmadınız şu şarkıdan!”
Bıkmazdık ya, bıkmayı bilmezdik belki de hem bıkılacak kadar çok değildi sevdiğimiz şeyler. Azar azar hep, hakkın kadar.
Köpek sürüleri sahilde, tedirginlikten doldurduğum çöp poşetlerini atarken bir taraftan merdivenleri kaç dakikada çıkarım diye hesaplıyorum.
Bu köpeklerin hepsinin bir hikayesi var.
Büyük kentlerden yazlıklara getirilmiş sonra bırakılmış canlar. Kimi doğum günü, kimi evlenme yıldönümü çoğu sevgiliye hediye!
“Canııım ne kadar da şirin. Adı ne bunun?”
“Adı yok, sen koyarsın diye düşündüm.”
İnce adamlar, sevgi dolu kadınlar!
Katır kutur, saman tadında, muşamba, kartonpiyer bir şeyler işte…
Bir yazlığın kapısında bırakıldığınızı düşünsenize. Arabaya binmek için koşturuyorsunuz yüzünüze bakan yok. Daha düne kadar el üstünde tutulurken. Bahçenin köşesine mama ve su bırakıyor gidiyorlar. Arabanın peşinden koşuyorsunuz, nefesiniz tükenene, ayaklarınız sizi taşımaz oluncaya kadar.
Bilmezsiniz ki buraları, bahçeye dönüyorsunuz. Yalnızlık. Geceden, seslerden ve rüzgardan korkuyorsunuz. Sonra dönüşüm başlıyor; iki seçeneğiniz var ya şartlara alışacaksınız ya öleceksiniz.
“Ne yapacaksın oğlum karda kışta oralarda? Kimseler yoktur.”
“O yüzden gitmek istiyorum ya zaten.”
“Soba falan yok ha donarsın.”
Balık aldım gelirken, turp, havuç…
Buz dolabının fişini takıyor aldıklarımı yerleştiriyorum. Dışarıda ışık azalıyor, deniz kararmaya başlıyor.
Uzaktaki ada sislerin arasında kayboluyor.
İstavritleri temizliyor tuzluyorum. Kısa bir aramadan sonra mutfak dolaplarının bir tanesinde rendeyi buluyor salataya girişiyorum. Lakerdayı Gelibolu'dan aldım.
Sessizliği, konuşmamayı ve birilerini dinlemek zorunda kalmamayı özlüyor insan.
Geçen zamanda yüzlerce plak biriktirmiş. Kolonları ve pikabı mutfağa taşıyorum.
Ümit Besen'in Dostlar Sağ Olsun plağı geliyor elime. Nasıl oluyorsa tüm şarkıları biliyorum. Okul Yolunda, Bendeki Günlerini Arayacaksın, Günah İşledim…
Acele etmeden, cızırtıyı dinleye dinleye, koklaya koklaya kızartıyorum istavritleri, bir dilim peynir, bir parça kırmızı soğan üzerine bir dilim lakerda azıcık dereotu. İki parmak Sarı Zeybek.
Buralara, bu hayata alışmam için ne kadar kalmam gerekiyor diye geçiriyorum içimden. Kalkar kalmaz denize girdiğin, kahvaltıdan sonra uyuduğun hava kararana kadar kitap okuduğun, akşamüstleri uzun yürüyüşler yaptığın, geceleri karanlığı ve rüzgarı dinlediğin, belki kendi kendine konuşmaya başladığın, güldüğün, küfrettiğin.
Roman kahramanlarından arkadaşlar, geçmişin hayaletleri ile sohbetler, anılar…
Nermin Yıldırım'ın Misafir romanında yazdığı gibi;
“Kim öğretti bize o kadar utanmayı?”
O kadar yüzü kızarmayan, utan (a)mayan, sağır olan varken.
“Sözünü kısa tut” dedi meczup “Nasıl olsa işlerine geldiği gibi anlayacaklar.”
(Derviş Celal Er- Rühavi)
Tülü, perdeyi çekiyor, kirli camların ardından geceye bakıyorum.
Gözlerim kaç yaşında?
Çocuk olsam korkardım herhalde, karanlıktan, yalnızlıktan…
Delikanlı halim sıkılırdı buralardan ille de laflayacak birileri olsun, kahramanlık hikayesi anlatsın, önemsensin azıcık sırtı sıvazlansın isterdi.
Otuzlu, kırklı gözler sorgulardı, o kadar işin gücün arasında ne işi vardı buralarda, telefon da çekmiyor üstelik.
Şimdi; bir adam sende hali üzerimde, bir rehavet, bir oluruna bırakmışlık, bir kabulleniş.
Yetmiş yaşıma geldiğimde aynı pencereden bakma şansım olursa, bakalım…
Sevdiğimiz şeyleri mecburiyetlerin arasına sıkıştırmaya alışıyor ve sonra mecburiyetler ortadan kalkınca o kocaman boşluğu nasıl dolduracağımızı bil(e)miyoruz.
Gücümüzün yetmediğine benzemeye çalıştığımız, sözümüzün geçtiğini kendimize benzetmeye çalıştığımız gibi.
Elektrikler kesiliyor benim soba gözlerini kapatıveriyor.
“Elektrikli sobam var, onu alır idare ederim.”
Evin içinden alt kattan ve çatıdan tıkırtılar gelmeye başlıyor az sonra, gelen elle günle diye mırıldanıyorum kimsenin gelmeyeceğini bile bile.
Giden güle güle.
Sedire uzanıyorum. Kumaş parçalarından örülmüş mü, dokunmuş mu artık bu kilimden bizim eski evde de vardı.

YORUM YAP