Hayat, sanki baştan sona bir komedi filmine benziyor; sürekli bir koşuşturma, kahkahalar ve bir o kadar da abartılı dramalar. Biz de bu filmin başrol oyuncularıyız, ama senaryoyu tam olarak yazmamışız. “Başarı, başarı, başarı!” diyoruz. Herkes başarılı olmak için birbirinin arkasından koşuyor, sanki hepimizin peşinde bir ödül avcısı var! Kaybetmenin ne olduğunu bilemeden, kazanan olmaya çalışıyoruz. Ah, kaybetmek… O ne garip bir kelime! Kaybedeceğiz diye korkuyoruz ama kaybetmek aslında hayatın bir parçası, değil mi? Hayat, bir maraton gibi; hep bir koşma, hep bir mücadele. Hedefe ulaşmak için ter dökerken, bazen bir durup nefes almak lazım. Ama o an, “Dur!” demek yerine, “Neden duruyorum? Herkes koşuyor!” diyerek kendimizi zorluyoruz. Durduğumuzda, sanki hayatın hızı yavaşlıyor. O an, her şeyin bir anda durduğunu hissediyoruz. “Beni niye çağırmadınız, ben de koşmak istiyorum!” diyoruz ama asıl sorun, bir türlü durup düşünememek. Şimdi bir kadın olarak anne olmayı seçtiğini düşün. Evet, tam bu noktada yaşamın tam ortasında bir dönüşüm başlıyor. Önce, “Merhaba, ben yeni anne!” diyorsun. Sonra bakıyorsun ki, kahvaltı hazırlamaktan çocuğu uyutmaya, eşine yemek yapmaktan evin düzenine kadar her şeyin sorumluluğu senin omuzlarında. “Bugün de kahvaltıyı ne zaman hazırlayacağım? Ya çocuğum geç kalırsa?” diyorsun. Hâlbuki saat daha altı! Sabah erken kalkıp mutfakta kaybolmuşken, bir yandan da akşam yemeği planları yapıyorsun. Ama akşam geldiğinde, “Bugün ne pişireceğim? Oğlum ne seviyor? Ama kocam? Belki de çorba yapmalıyım… Hayır, karnıyarık da yapabilirim!” derken, tüm seçenekleri değerlendirip karar veremeden, kendini mutfak tezgahında kaybolmuş buluyorsun. “Oğlum neden bu kadar aç? Eşime ne diyeceğim?” diye düşünürken, o kadar koşturmadan sonra akşam bir bakıyorsun herkes evde. Tam o an içeri girerken, “Çay var, pasta var! Kimse elini sürmesin!” diye bağırıyorsun. Akşam yemeği masası kurulurken, “Kendi kendime çok çalışkan bir anne olduğumu kanıtlayacağım,” diye iç geçiriyorsun. Fakat daha sonra, günün sonunda yorgun düşmüş, göz kapakların sarkmış halde, çamaşır makinesiyle boğuşurken buluyorsun kendini. “Beni niye bu kadar çok yıpratıyorsun, çamaşır makinesi? Kollarımda bir ağırlık var, sanki uzaya gidiyorum!” diye söyleniyorsun. Zaman geçiyor, ve bir gün kendini torunlarını severken buluyorsun. Arkana dönüp baktığında, “Vay canına, muhteşem bir kariyerim var! Çocukları büyütmüşüm, ev işleriyle başa çıkmışım!” diyorsun. Ama o kütüphanenin içinde, yapmadıkların da seni takip ediyor. “O başarısızlıklar nereden çıktı?” diye düşünürken, aslında hayatın komedisine kapılıp gülüyorsun. Ve sonuç olarak, hayat bir tiyatro sahnesi gibi; gülmek ve eğlenmek gerek. Belki de kaybetmek, başarının yanında en eğlenceli olanı. O yüzden, bir gün bu sahnede kahkahalarla gülerken, unutma ki kaybetmek de hayatın bir parçası. Ve belki de bu kayıpların ardından, en güzel hikâyeyi biz yazacağız.

YORUM YAP