Son bİr defa taşa tuttuktan sonra iki bıçağı özenle gazete kâğıdına sardı ve gülerek uzattı, saçları kırlaşmasına rağmen yaşının benden çok daha genç olduğunu tahmin ettiğim arkadaş...
Mudanya’dayım Rumeli Çorbacısı’nda karnımı doyurdum deyip geçmek istemiyorum, nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde keşfettik burayı, salaş bir yer, dört, bilemedin beş tane ahşap masası var… Zerre abartmıyorum bir işkembe çorbası yapıyorlar öyle böyle değil!
Çorbanın arkasına, yarım porsiyon ciğer tava, yarım porsiyon kavurma…
Üzerine un helvası!
Boza güğümü kıvamında çıkılıyor ister istemez, ardından "kıvrılsam bir köşeye de azıcık kestirsem” ayarında, esneten bir miskinlik çöküyor, rehavet, deniz havası…
Sahilde yürüdüm bu defa, balık tutarken hep banım yanıma gelecek değiller ya, plağı ters koydum, kayalıklardan olta atanlara inadına sordum;
"Rasgele, çıkıyor mu bir şey?”
"On dakika oldu geleli!”
Yalana dikiz!
Eller kir pas içinde, tırnakların içi dolu üzerine yem niyetine kullanılan istavritlerin ton olmuş kokusu…
Sabahın kör saatinden beri burada değilse hiçbir şey bilmiyorum, k.çında oturduğu kayanın izi çıkmış, o kadar diyorum!
Lüfere attığı besbelli de; "istavrit mi yakalıyorsunuz?”
Kılık kıyafet yerinde benim, kösele ayakkabılar, kravat mıravat, amele muamelesi çekmeye başlayacak şimdi…
"Hııı, istavrite” çaktırmadan da arkadaşına kaş göz yapıyor...
Gıcığına deniz suyu dolu olan boş kovasına bakıyorum!
Bu defa o; "yabancısı mısınız buraların?”
"İstanbul’dan arkadaşlarla gezmeye geldik öyle?”
"Neresinden?”
Nasıl oldu bilmiyorum Burhan Altıntop geldi gözümün önüne, saniyede yazdım;
"Nişantaşı!”
Adam bilip de bir yer sorsa!
"Siz?”
"Mühendisim…”
"Ne mühendisi?”
"Kaldırım!”
Arkadaşı ile gülüyorlar, ben de gülüyorum...
Bursa’ya gelip gittiğimi söyleyince, kemik saplı çakı, bıçak ısmarlayan oluyor… Bıçakçılar Çarşısı’na gitmeye zamanımın olmadığı bir gün buldum burayı, testere de yapıyorlar…
Bıçakçı genç, ayakkabılarını çıkarıp, sedirin üzerine oturuyor ve eline aldığı küçük çekiçle, örs üzerine koyduğu testere yüzlerini santim santim dövmeye başlıyor…
Cep telefonunu çıkarsam da çeksem şu adamı…
İşim bitti fakat oyalanıyorum;
"Kazandırıyor mu bu iş?”
Gülümsüyor; "yok be ağabey, bitecek bu meslek, babamdan amcamdan öğrendim, zeytinden geldik az önce… Fabrikasyon oldu artık, Gaziantep’ten 50 kuruşa bıçak getirip satıyorlar…”
İki gün önce Mürefte’de bizim banka emeklisi eniştenin yanındaydım, zeytin topluyordu onlar da, bu sene de geçen sene gibi sofralık zeytinin az olduğunu biliyorum
"Nasıl var mı bu sene zeytin?”
"Yok, hastalık var… Geçen sene dolu vurmuştu, bu sene de hastalık, kurtlandı mahsul… Zeytin işi de bitiyor!”
"E ne yapıyor insanlar?”
"Ne yapacaklar, satabilen satıyor zeytinlikleri…”
Çaylar geliyor o ara, ne zaman söylediyse artık!
"Bağcılık yok mu?”
" İki köyde var.” Köylerin ikisinin de ismini söylüyor ama Yörük Ali kalmış hatırımda
Çay bitince, hayırlı işler deyip çıkıyorum dükkândan...
&&&
Feribot saatinin gelmesini beklerken oturduğum kafeteryada, ne zamandır, bu bıçakçı gibi; işini yapmaktan keyif alan birine tesadüf etmediğimin farkına varıyorum…
Mesleğin biteceğini, zeytinin az olduğunu söylerken bile, karşısındakine tesir eden, bir umut, bir heyecan vardı vücut dilinde.
Herkes, her şeyden şikâyetçi!
Herkesin işi zor, kimse emeğinin karşılığını alamıyor, e köfte az olunca emek de ona göre oluyor!
Emek az olunca da işin sürmesi için insanın başka meziyetlerini ön plana çıkarması gerekiyor; sırt sıvazlamalar, takla atmalar, pohpohlamalar, yeri sağlamlaştırabilmek adına, saçma sapan fikirleri sahiplenmeler, olmadık yerlerde sırf fikir sahibinin kulağına gitsin diye savunmalar…
Hayat böyle geçer mi?
Geçiyor!
Ömrü boyunca doğru dürüst çalışmamış, ön plana çıkardığı meziyetleri ile dili ve avuçlarının içleri ile refah içinde yaşayan, toplumdan saygı gören adamlar biliyorum…
Yerinde bu da başarıdır öyle mi?