Orta gazinoyu mesken tuttuğum doksanlı yılların ortaları… Hafta sonları maçım olmadığı zamanlar genellikle, çocukluk arkadaşım Muzaffer' lerin işlettiği Orta Gazino ve Çay Bahçesi' ne takılıyorum. Hafta sonu kalabalık olduğundan Muzo'nun kasada oturması gerekiyor. Ben, bir yandan ona arkadaşlık ederken, bazen de gelen müşterilerle ilgileniyorum.
Yine böyle bir Pazar günü öğleden sonrası; Muzo her zamanki gibi görev başında, ben de yanında oturuyorum; bir yandan çaylarımızı yudumlarken, diğer yandan gelen müşterileri ilgiyle izliyor, dikkatimizi çekenlerin karakterleri hakkında tahminlerde bulunuyor, gırgır şamata yapıyoruz. Çay bahçesinde henüz fazla insan yok. Akşam saatlerinde yer bulmak mümkün olmuyor ama gündüz hava sıcak olduğundan herkes denizde. Marmara Denizi'nin pırıl pırıl olduğu belki de son zamanlar! Hafta sonları bu saatlerde restoran kısmı daha bir yoğun. Yazlıkçı müdavimlerin yanı sıra, çevre il ve ilçelerden, hatta İstanbul'dan, Edirne' den gelen devamlı müşteriler çoğunlukta.
Cadde tarafındaki kapıdan kalabalık bir grup giriyor içeriye. Birinin yüzü çok tanıdık geliyor. Hemen çıkarıyorum, uzun saçlı, temiz yüzlü, beyaz tenli delikanlının kim olduğunu: Gökhan Kırdar… Doksanlı yıllarda çıkardığı albümle yıldızı parlayan, yeni nesil sanatçılardan, gençler arasında oldukça beğenilen bir isim. Çıkış şarkısı “Yerine Sevemem” benim de en favori şarkılarımdan biri. Yanında, koluna girmiş yürüyen kızın yüzü de hiç yabancı gelmiyor ama, hemen çıkaramıyorum onu. Birkaç dakika sonra anımsıyorum nereden tanıdığımı; “Hanımın Çiftliği dizisinin ‘Güllü'sü bu!” diyorum, şaşkın şaşkın bakan Muzo'ya. Dönemin en çok izlenen dizilerinden birinin başrol oyuncusu “İlknur Bozkurt!” Oynadığı dizide canlandırdığı karakterle tüm ülkede şöhret olmaya başlayan oldukça güzel bir genç kız. Sanırım gözlerden uzak, magazin basınının ulaşamayacağı bir yerde sakin bir hafta sonu geçirmek istedikleri için buradalar. Bu küçük sahil kasabasında tanınmayacaklarını düşünmüş olmalılar. Yeni yeni filizlenmeye başlayan aşklarını elden geldiğince gizli yaşamak istiyorlar herhalde. (Böyle düşünmekte de oldukça haklılar.)
Onları görüp tanıyınca, hemen şef garson (Mazot) Ahmet Abi'nin yanına gidip kendisini uyarıyorum; ve gelen kişilerin ünlü insanlar olduklarını fısıldıyorum kulağına. Şefimiz, her zamanki konuksever ve hürmetkar tavırlarıyla karşılıyor misafirleri; terasa doğru buyur edip, en önde bulunan deniz manzaralı masayı gösteriyor, ama grup daha arka taraflarda sakin bir yeri tercih ediyor. Gözlerden uzak olmak istiyorlar belli ki!
Bense inanılmaz bir heyecan içindeyim, yerimde duramıyorum. Bir koşu eve gidip (çok yakın oturuyoruz sahile çünkü) fotoğraf makinesini almayı geçiriyorum aklımdan. Böylece “Gökhan ve İlknur aşkını” ilk fotoğraflayan kişi ben olabilirim, diye düşünüyorum. Kasada oturan Muzo'ya fikrimi söylediğimde onu da benim gibi bir heyecan dalgası sarıyor… “Fotoğraflarını çekip Hafta Sonu Gazetesi'ne göndeririz oğlum!” diyorum, aynı heyecanla. “Belki para bile kazanırız bu işten!” Hafta Sonu, o yıllarda ülkenin en çok okunan magazin gazetesi. Hangi ünlü isim nerede, kiminle, ne yapmış? İlk olarak bu haftalık gazetede yayınlanıyor; tüm sosyete olan biteni burada yazılanlardan, yerli paparazzilerin gizlice çektikleri fotoğraflardan görüp öğreniyor. Bu haberin üstüne balıklama atlayacaklarına ve böyle bir aşk hikayesini manşetten vereceklerinden adım gibi eminim.
Eve gitmek mi zor geliyor, ya da iki genç insana haksızlık edeceğimi düşünerek vicdanım mı elvermiyor bilmiyorum. Vazgeçiyorum fotoğraflarını çekmekten. Oturduğum yerden ikisinin mutlu hallerini izlemeye başlıyorum; öyle içten bakıyorlar ki birbirlerinin gözlerine… Hele, birbirlerine bir şeyler uzatırkenki hoş mimikleri, sevgi dolu bakışları, yaşanan o eşsiz anları daha da muhteşem kılıyor; duyamadığım konuşmalarını merak ediyorum içten içe…
Silivri'nin yerel radyosundan etrafa yayılan yabancı şarkıları dinlerken, bu iki güzel insana bir jest yapmak geliyor içimden. Aklıma geleni gerçekleştirmek için hemen Küpe FM' in telefon numarasını çeviriyorum. Radyo sahibi tanıdığım bir dostum; program yapımcısı da aynı mahalleden sevdiğim bir kardeşim: Ayhan Yılmazer… Karşıma çıkacak sesin tanıdık olacağından eminim. Tahmin ettiğim gibi oluyor; Ayhan'ın sesi duyuluyor hattın karşı tarafından. “Buyur, Ufuk Abi!” diyor. Durumu anlatıyorum kısaca ve ünlü konuklarımıza hoş bir sürpriz yapmak istediğimi söylüyorum. Ayhan kardeşim kırmıyor beni sağ olsun. “Ne demek, Ufuk abi! Çalan şarkının ardından hemen koyuyorum istediğin parçayı, hiç merak etme!”
Programın akışındaki yabancı parça sona erdiğinde, istediğim Türkçe şarkı “Yerine Sevemem” çalmaya başlıyor. Ben hızlı adımlarla terasa çıkıp, kapının yanında, tam da onların yüzlerini görebileceğim bir yerde durup bekliyorum. Şarkı hafiften başlıyor; ben, garsona işaret edip radyonun sesini biraz daha açtırıyorum. Gökhan Kırdar anında tanıyor tınıyı; pür dikkat bakıyorum yüzüne, tepkilerini çok merak ediyorum çünkü. Şarkıyı ilk fark ettiğinde yüzüne yayılan hoş tebessümü “ağır çekimle” izliyorum; ilk anda yaşadığı şaşkınlığı, ardından gelen sevinci, coşkuyu ve gururla karışık mutluluğu… Yüreğinde belirdikten sonra yüzüne yansıyan tüm duyguları… hepsini, ama hepsini büyük bir ilgiyle takip ediyorum. İlk şaşkınlığını atlattıktan sonra, diğerleriyle sohbet eden sevgilisine uzanıyor eli, hafifçe öne doğru eğilerek şarkısının çaldığını fısıldıyor olmalı ki, o da kulak kabartıyor çalan müziğe; birbirlerine bakıp, farklı bir mutlulukla gülümsüyorlar bu kez.
O sırada ben usulca yanlarına yaklaşıyorum ve içtikleri rakıdan çok, yaşadıkları özel an'ın etkisiyle “mutluluk sarhoşu” olduklarını bildiğim iki aşığa doğru eğilip, sadece ikisinin duyabileceği bir sesle, “bu şarkı sizin için küçük bir jestti” diyorum. İkisi de aynı anda gülümserken, minnet dolu bir ifadeyle yüzüme bakarak teşekkür ediyorlar. Tanındıklarını işte o anda anlıyorlar.
O andan itibaren mutlulukları bana da bulaşıyor. Yüreğimde bir sıcaklık hissediyorum. Ilık bir akşam esintisi yüzümü yalayıp geçiyor. Bedenim daha bir hafiflemiş gibi sanki Muzo'nun yanına dönerken. Onların sarhoşluğu beni de sarıyor. Birilerini mutlu etmenin, gözlerindeki sevincin ışıltısını görmenin ve bu ışıltıda –küçük de olsa- bir payım olduğunu bilmenin hazzını yaşıyorum ben de. İçmeden sarhoş olmak dedikleri bu olsa gerek! Mutluluğun bulaşıcı olduğuna bir kez daha tanık olurken yüzümde beliren şapşalca gülümsemeye engel olamıyorum. Biliyorum ki, artık ben de onlar gibi mutluluk sarhoşuyum.