Bir su kıyısında oturur buldum kendimi.
Sırtımı salkım söğüt ağacına yaslayınca içim geçivermiş, karıncalar, arılar üzerimde.
Ne kadar uyuduysam kirpiklerimde örümcek ağları.
Geçmiş bir yaşamda yolum yine buralara düşmüştü, dere daha derin, güneş daha sıcak, dünya daha yeşildi.
Derme çatma tahta bir köprüden geçmiş, akasya ağaçlarının gölgesinde, çıkınımdan çıkardığım peynir ekmeği yemiş, ayazmanın buz gibi suyunu kana kana içmiştim.
Yol yorgunu olunca çarıklarımı yastık yapıp uyumuştum, tabanlarımda deve dikenlerinin izleri.
Uyandığımda hava kararmıştı, serindi.
Bir yol ayrımına gelmiş, yollardan birini seçmiş, aklım diğer yolda kalmıştı.
Bir hoplayınca üzerimde ne karınca kaldı ne arı. Erik rengi suda yıkadım yüzümü, sıcaktı, sessizdi. Sırt çantamdan çıkardığım ekmekten küçük parçalar koparıp dereye atmaya başladım. Önce ürkek bir kefal geldi, kuyruğu ile dokundu ekmek parçasına, etrafında iki tur attı, dişsiz ağzını öpecekmiş gibi uzattı. Suyun üzeri panayır yerine döndü sonra başka kefaller, kızılkanatlar, sazanlar…
Ayazmadan su alayım da çay demliyeyim diye geçirdim içimden. Geçmiş hayatlardan bugüne bir şey kalmaz denir oysa.
Kavaklık olduğu gibi duruyordu da ayazma kurumuştu. İncecik kum tabakası kalmıştı yerine. Gün kavuşurken gelir, tilkilerin pembe dilleri ile su içişlerini izlerdik, yanımdaki kimdi?
Uzun boylu, kavruk, kısa pantolonlu, ayakları çıplak, güleç bir çocuk geldi gözümün önüne, dudaklarında utangaç bir tebessüm.
Adı neydi?
Salkım söğüt ağacının altına döndüm, çakıl taşlarını toplayıp bir yuvarlak yaptım. Kuru otları alta, ince dalları üste koyup tutuşturdum. Sızı gibi, bulut rengi duman, ot kokusu ve alevlerin ardından küle dönmek üzere olanların çıtırtısı.
Dereden doldurduğum dibi kararmış demliğe bir avuç çay attım, közün ortasına bıraktım. Bir sacayak olaydı, iyiydi. Suyun kaynamasına yakın çay kabardı, çöksün diye ateşten aldım demliği çimenlerin üzerine bıraktım.
İki bardak içtim. Üçüncü bardağı yarısında döktüm, acımıştı.
Dem de bir yere kadar besbelli!
Hava karardı, bir yarasa geçti, uzak köyden bir horoz öttü zamansız.
Yeşil kurbağalar, balıklar, su kaplumbağaları, sazlar ve salkım söğüt ağacı uyudu.
Karanlığın elleri tüm sesleri örterken, ateş böceklerini izliyordum, ay vardı ve yıldızlar birbirine sokulmuştu.
Böyle zamanlarda önce kendi iç sesini dinliyor sonra düşünüyor insan.
Dünyanın en zor işi ne?
Düşünmek.
Düşünmek, yaşanmışlık yerine geçer.
İnsanın başına ne gelirse, kestirme sandığı yolları tuttuğu için geliyor.
Kandırdılar bizi diye feryat edenlerin meselelerini bir öğreniyorsunuz, çay kaşığı ile verip kepçeyle alma umudundan hep.
Yırtıcılar biliyor avlarının zafiyetlerini.
Yol uzun ve sarp olsa da yürürken güzel.
Hele yetişmek gibi bir telaşınız yoksa. Adım atarken etrafa dikkat kesilip, kulak kabartabiliyorsanız.
Farkındaysanız hem gökyüzündeki bulutların hem yerdeki karıncaların. Hele gökyüzüne bakarken başınız dönmüyorsa, hele karıncayı bile incitmiyorsanız.
Kimse kimseden akıllı değil, kimse kimseden kurnaz da.
Dünya işte dönüyor…
Kul kurmayıp da ne yapacak?
İyiliğin ne demek olduğunu herkes biliyor da iyi olmak zor.
Haydi iyi oldun, iyi kalmak zor.
Derme çatma tahta köprünün altından çok sular geçince, tesadüf diye bir şey olmadığını ve her şeyin birbiri ile bağlantılı olduğunu anlıyor insan.
Gözlerim kapanıyor benim de.
Şimdi uyuyunca ne olacağını biliyorum!
Bir su kıyısında oturur bulacağım kendimi.
Sırtımı salkım söğüt ağacına yaslayınca içim geçivermiş, karıncalar, arılar üzerimde.
Ne kadar uyuduysam kirpiklerimde örümcek ağları.
Bilmem bir daha buralara yolum düşer mi?